Fetava

Hicri Takvim
Miladi Takvim

Organ Nakli

Organ Nakli

Malum olduğu üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Cenâb-ı Hak onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla insanın bedeni de, organları da mükerremdir, hürmete şayandır. Bu nedenle de organlarıyla ilgili tasarruflarda bulunmayla bağlantılı olan hükümlerde birtakım ihtilafların olması gayet tabiidir.  Eşref-i mahlukat olan insana hizmet ve sağlını korumak, kişinin öncelikli görevidir. Nitekim tüm peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerde beş şeyin muhafazası (korunması) vazgeçilmez esaslardandır. Bunların başında da canı korumak gelir. Zira canınızı korumayıp yaşıyor olmazsanız, diğer dördünü de koruyamazsınız. Çünkü dininizi, malınızı, neslinizi, aklınızı korumanız, hayatta ve sağlıklı olmanıza bağlıdır.

Hastalık insanın beden ve ruh sağlığını bozar. Kişi, sağlığına kavuşması ve tedavi görmesi için, maddi ve manevi her türlü çareye başvurmalıdır. Bu çarelerden biri de organ ve doku naklidir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Allah hem derdi hem de devayı göndermiş, her hastalığa bir çare yaratmıştır. Tedavi olun, ancak tedavide haramı kullanmayın.”[1] buyurmuştur. Fıkhın oluştuğu ve geliştiği dönemlerde böyle bir ameliye söz konusu olmadığı için, ilk müçtehit ve fakihler bu konu hakkında görüş bildirmemişlerdir. Zamanla tıbbın ilerlemesi ve organ nakli yapılan hastaların sonuçlarının olumlu olmaya başlaması üzerine, organ nakli, dünyada çok sayıda hasta için ümit kaynağı olmuştur. Bu gelişmeler, organ naklinin caiz olup olmaması hususundaki şartlar üzerinde âlimlerimiz arasında ihtilaflar ortaya çıkarmıştır.

Ancak organ nakli hem canlıdan hem de kadavradan yapılmaktadır. Bu nedenle önce canlıdan canlıya organ naklini, sonra da kadavradan organ naklini açıklayacağız. Konunun doğru tasavvurunu sağlayabilmek için de olayı tarifleri ve tarihçelerinden başlayarak detaylı bir şekilde açıkladıktan sonra âlimlerimizin konu hakkındaki görüşlerini gerekçeleriyle serdetmeye çalışacağız.

1) Canlıdan Organ Nakli

“Organ nakli alanında bugün alınan başarılı sonuçlar zorlu bir gelişim sürecinin ürünüdür. Nakledilecek organın yeni organizma içinde yer alan damarlarla bağlantısının sağlanması ve böylece alıcının kan dolaşımı sistemine dâhil olması olasılığı doğduktan sonra tıp bilimi bu alana daha yoğun eğilmeye başlamıştır.”[2]

2) Organ Naklinin Tarihî Arka Planı

Günümüz modern tıbbının sınırları içinde kabul edilen organ naklinin ilk örneği, 18. yüzyılda İtalyan hekim Baronio tarafından gerçekleştirilen deri naklidir. Baronio’nun geliştirdiği düşünceye göre, bir hastanın herhangi bir yerinden alınıp vücudun başka bir bölgesine nakledilen deri parçası, canlılığını sürdürebilmektedir.[3]

Tüm bu gelişmelere rağmen, modern organ nakli kavramının oluşumu, gelişmesi ve hızlanması, 1900’lü yılların başında Alex Carrel’in damar cerrahisi teknikleri ile ilgili çalışmaları sayesinde gerçekleşebilmiştir. 1905’te bu araştırmacı, köpeklerde kalp ve akciğer naklini yapmış ve nihayet 1936 yılında, Rus cerrah Voronoy, insanda ilk başarılı organ nakli olan böbrek naklini gerçekleştirmiştir.[4]

İsviçre’de Jean-François Borell adlı eczacının “Cyclosporin” denen doku reddini önleyen ilacı bulması ve bu ilacın 1982 yılında dünya çapında kullanıma girmesiyle bugün artık organ nakli nispeten yaygın ve rutin bir tıbbi müdahale hâlini almıştır.[5]

Son zamanlarda tüm dünyada hızla yaygınlaşan yeni tıbbi ve fıkhî meselelerin en önemlilerinden biri de organ naklidir. Artık organ nakli ile günümüzde önceden tedavisi bulunmayan birçok hastalık tedavi edilebildiği gibi, organ nakli yerine geçebilecek bir alternatif tedavi hâlen gözükmemektedir. Organ nakli yapılabilmesi için sağlıklı bir organa ihtiyaç vardır. Bu organlar da günümüzde iki şekilde temin edilmektedir: Birincisi canlıdan organ nakli, ikincisi ise kadavradan organ nakli şeklinde. Bu da, canlı kişilerden organ alınması, organ veren kişinin yaşamını riske sokmayacak çift organların birini almak ile mümkündür (böbrek, parça olarak karaciğer ve pankreas gibi). Kadavradan organ alınması için ise vericinin ölümü gerçekleşmiş ve organlarının kullanılabilir olması, ayrıca gerekli yasal iznin alınmış olması gerekir.

3) Organ Naklinin Tarifi

Bu kısa açıklamadan sonra organ naklini öz olarak şöyle tanımlayabiliriz: “Organ nakli, en basit tanımıyla, vücutta görevini yapamayan bir organın yerine canlı bir vericiden veya ölüden alınan sağlam ve aynı görevi üstlenecek bir organın nakledilmesi işlemidir. Organ nakli, günümüzde birçok kronik organ hastalıklarında uygulanan rutin, geçerli ve ileri bir tedavi yöntemi olarak kabul edilmektedir.”[6]

Öncelikle organ nakli, sağlıklı bir insan vücudundaki bir organı başka bir hasta kişinin vücuduna nakletmektir ki, bu da ancak tıbbi bir müdahale ile mümkündür. Burada, bir taraftan sağlıklı insanın vücut bütünlüğüne ve sıhhatine müdahale; diğer taraftan hasta bir kişinin ızdırabını dindirme söz konusudur.

Görüldüğü üzere burada iki maslahat çatışmaktadır. İşte İslam hukukçuları konuyu iki zaviyeden ele alarak hangi maslahatın diğerine tercih edilmesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Burada karşımıza hayati ve hayati olmayan iki tür nakil çıkmaktadır. Bunları kısaca şöyle açıklayabiliriz:

3.1. Hayati Organların Nakli

Yaşayan bir insanın, hayatını tehlikeye atacak bir organının nakline hiçbir âlim cevaz vermediği gibi bu durum intihardan sayılmıştır. Çünkü vericinin sağlığını ciddi şekilde tehlikeye düşürecek ya da hayatını devam ettirmesini güçleştirecek organın alınması katiyetle yasaklanmıştır. Nakledilecek organ, vericinin ölümüne sebep olacaksa, mutlak haram işlenmiş olur. Böyle bir durum vericinin izni ile gerçekleşmiş ise verici intihar etmiş, aksi takdirde katledilmiş olur.

Dolayısıyla, organ nakline muhtaç insanların ızdırabını dindirme ve hayatlarını kurtarma gibi ulvi bir niyet ve vericinin şiddetle organını vermek istemesi nakil işlemini mübah kılmaz. “Çünkü burada, hukukullah vardır ve Allah hakkının söz konusu olduğu yerde isar (fedakârlık) caiz değildir.”[7] Bu konu âlimlerin müttefik olduğu ve aklıselimin kabul ettiği bir meseledir.

3.2. Hayati Olmayan Organların Nakli

Alternatifsiz bir tedavi yöntemi olduğu sürece, hayatta olan bir insanın kendi rızası dâhilinde, hayatını kısa ve uzun vadede tehlikeye atmayacak herhangi bir organını bağışlama konusunda, İslam âlimleri arasında iki ayrı eğilim vardır. Bir kısım âlimler, canlıdan organ naklini caiz görmezken diğer bir kısmı, belirli şartlar dâhilinde böyle bir nakle cevaz vermişlerdir.

 4) Canlıdan Organ Nakli Haramdır Diyenler ve Gerekçeleri

Bu görüşü benimseyen âlimlere[8] göre, masum ve canlı bir insanın vücudundan herhangi bir organın kesilerek, zaruret hâli vuku bulmuş bile olsa başka birine nakli haramdır.[9] Bunlara göre nakli yapanlar asi olurlar ve Allah’tan günahları için af talep etmeleri gerekir.  Bazı âlimlere göre ise tazir cezasına çarptırılırlar.[10] Hatta organın kesilmesine veya alınmasına razı olan veyahut bunu emreden kimseye kısas gerekeceğini söyleyen âlimler bile vardır.[11]

1. Organ naklinin caiz olamayacağı görüşünün temelinde yatan ana fikir, insanın “mükerrem” oluşudur.[12] Bu sebeple hayatta olsun, ölümünden sonra olsun onun cesedine müdahale edilemeyeceği gibi, organları da başkalarına verilemez. Bunlara göre, Allah, insan vücudunu sadece istifade edilsin ve onun içinde yaşansın diye yaratmıştır. Onda insanın, hiçbir tasarruf hakkı yoktur. İnsan kendi tırnağına bile sahip değildir ve şayet tasarruf hakkı insanlara bırakılırsa anarşi olur. Hürriyet Allah’ın emirleriyle sınırlıdır. Bu nedenle hasta birisinin sağlam olan bir şahıstan organ alması caiz değildir. Bu noktadan hareketle, canlıdan nakil yapılamaz. Zatında haram olan bir şey mutlak manada hediye bile edilemez.[13]

2. Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz, “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”[14] ve “Kendi kendinizi öldürmeyin.[15]  buyurmaktadır. Bu âyet-i kerimelerde insanın kendi hayatını tehlikeye atmasının veya vücuduna zarar vermesinin yasaklanmış olduğu açıkça ifade edilmektedir. Organ nakli esnasında ve sonrasında kişi kendini tehlikeye atmaktadır.

3. Hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Zarar ve zarara mukabil zarar yoktur.”[16] Kişinin kendine ve başkasına zarar vermesi caiz olmadığı gibi, kendisine zarar verene zararla mukabelede bulunması da caiz değildir. Burada her iki tarafın da zarar görmesi mevzubahistir. Zarar bir başka zararla ortadan kaldırılamaz. Organ naklinde vericinin bir organının ameliyat sonucunda alınması ile hiç zarar görmeyeceği söylenemez. Çünkü organ nakli tıbbi operasyonu gerektirmektedir. Her tıbbi operasyon az ya da çok belli bir tehlikeyi bünyesinde taşır. İşte tüm bu sebeplerden dolayı organ nakli caiz değildir.

4. Fıkıh kaynaklarımızda, aç kalan bir insan yiyecek başka bir şey bulamadığında, hayatta kalabilmek için başka bir insanı, hastadır veya yaşlıdır diye öldürmesi ya da bir organını telef etmesi caiz değildir. Çünkü o da onun gibi bir insandır ve hayat hakları eşittir. Binaenaleyh, kendini yaşatmak için onu imha edemediği gibi, zarar da veremez. Bunda ihtilaf yoktur. Bu da canlıdan canlıya organ naklinin caiz olmayacağını gösterir.

5. Günümüzde birçok sektörde olduğu gibi çok büyük gelir kaynaklarından sayılan organ nakli istismar edilmektedir. Mafyanın, muhtaç insanlarla cüzi bir fiyata anlaşarak veya birçok zaman kimsesiz insanları kaçırarak, organlarını çaldıkları günbegün haber olmaktadır. Dolayısıyla büyük bir fesadın önünü tıkamalıyız. Bu açıdan İslam hukukunda “sedd-i zerai” prensibine dayanarak nakle caiz demek mümkün değildir.[17]

5) Canlıdan Organ Nakline Şartlı Cevaz Verenler ve Gerekçeleri

Bu görüşü benimseyen âlimler, hayatta olan kişinin isteği üzerine muhtaç olan başka bir şahsa organ naklinin (şartlarına uyulması hâlinde) caiz olduğu kanaatinde olup bunu en faziletli ameller cümlesinden saymışlardır. Örneğin, sağlıklı olan bir kimsenin böbreğinin, hayatı tehlikede olan bir hastaya, hâzık (uzman) doktorların nezareti altında verilmesinde beis yoktur.[18] Bu görüşü benimseyenler, günümüz İslam dünyasının önde gelen âlimleri, fıkıh ve fetva kuruluşlarıdır. Bunlar Ezher Fetva Kurulu, Suudi Arabistan’daki İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı İslam Fıkıh Akademisi, Kuveyt Evkaf ve Din İşleri Başkanlığı’na bağlı Fetva Kurulu, Dünya İslam Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’dur.[19]

1“Zaruretler yasakları mübah kılar.” kaidesinden hareketle, organ nakli caizdir. Zaruret hâli ise haramların işlenmesini caiz kılar. Zaruret ilkesini işleyen beş âyet-i celile vardır.[20] Bu ayetlerin her biri insan hayatının idamesi ve külli veya cüzi helaka uğramaması için haram olan fiillerin işlenebileceğini tekit ile vurgular.

2Kur’ân-ı Kerîm’de, “Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” [21] buyurulmaktadır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanın hayatı o kadar değerlidir ki, İslam dini insan hayatının korunmasını zorunlu kılmıştır. Tedavide günümüz şartları altında alternatifi olmayan organ nakli ile insanların kurtuluşuna vesile olmak sadaka-i cariyeden sayılmıştır.

3Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Kim bir kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun bir ihtiyacını görür. Kim bir Müslümanı sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu kıyamet gününün sıkıntılarından kurtarır.”[22] Buna göre, organ bağışı ile başkasının büyük bir sıkıntısı giderilmektedir.

4Organ nakli konusu yeni bir mevzu olması hasebiyle, ne Kur’an’da ne de sünnette açıkça olumlu veya olumsuz bir ifade bulunmamaktadır. Öyleyse İslam’ın genel maksatlarına uygun olarak umumi fıkıh kaidelerine göre hüküm vermek zorundayız. “Eşyada aslolan mübah olmasıdır.” kaidesinden ve maslahat prensibinden hareketle konuya bakacak olursak canlıdan organ nakli caizdir.

5. İnsanın kendi organlarında tasarruf hakkı vardır. Bir kimsenin, başka birisi tarafından örneğin eli kesildiğinde veya gözü çıkartıldığında zarara uğrayan kişi, diyet alma veya affetme hakkına sahiptir.[23] Diyet hakkından vazgeçmek ise diyetle elde edilecek mülkten vazgeçmektir. Yani organın mülkiyetinden vazgeçmektir. Dolayısıyla organ kişinin mülkiyetinde ise onda tasarruf hakkı vardır. Bundan dolayı da bir organı ihtiyacı olan başka bir kişiye bağışlamak caizdir.

6. İsar (başkasını kendi nefsine tercih) kâmil müminin vasıflarındandır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Şiddetli ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.”[24] buyurulmaktadır. Günümüzde organ bağışı, isarın manasını tahakkuk ettiren en önemli örneklerden bir tanesidir.[25]

Bu görüşü benimseyenler, canlıdan canlıya
yapılacak organ naklinin caiz olduğunun delillerini belirttikten sonra bu
naklin caiz olabilmesinin kriterlerini de şöyle sıralıyorlar:

1. Vericiden zorla değil, kendi isteğiyle alınması

2. Zaruret hâlinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için bundan başka çaresi olmaması

3. Mesleki ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından tespit edilmesi.

4. Böyle bir ameliyatın başarılı olacağına dair zann-ı galibin bulunması

5. Vericiden alınan organın vericinin bundan sonraki hayatına zarar verecek bir etkisinin olmaması.

6. Nakledilecek olan organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması.[26] 

6) Ölümün Tarifi ve Tespiti

Konuya öncelikle ölümün tarifi, tespiti ve ölüm anlayışlarından bahsederek başlamak istiyoruz. Daha sonra kadavradan organ nakli hakkında cevaz veren ve vermeyen âlimlerin görüşlerini gerekçeleri ile birlikte serdedeceğiz.

Ölümün tarifi ve tespiti, esas itibariyle tabiplerin alanı olmasına rağmen dinî hükümlerin de terettüp etmesi ve İslam’ın beş ana maksadından biri olan insan hayatının korunması sebebiyle fıkıhçıları da bir o kadar ilgilendirmektedir. Ölümün tanımı ve ölüm anının tespiti, organ nakli için büyük önem taşıdığından ölüden organ nakline cevaz veren İslam âlimleri konuya özel olarak eğilmişlerdir.       

Tıpta ölüm şöyle izah edilmiştir: “Kişiye canlılık (vitalite) niteliği kazandıran ve büyük hayat fonksiyonları denen solunum, dolaşım ve sinir sistemlerinin durması ile meydana gelmiş bir olaydır. Bu fonksiyonların bir kısmı dıştan gözle görülüp tespit edilebilen fizyolojik olaylar, bir kısmı ise vücudun hayatiyetini sağlayan biyolojik olaylardır. Fizyolojik fonksiyonlar dolaşım, solunum ve sinir sistemi (beyin) fonksiyonlarıdır. Bu üç büyük faaliyetin durması ölümün meydana gelmesi için yeterlidir. Bu ölüm şekline “somatik ölüm”, yani vücut ölümü denilmektedir. Somatik ölümden sonra vücutta biyolojik hadiselerin devam ettiği görülse de bunlar o kişinin ölmediğine delil teşkil etmemektedir. Çünkü bu üç büyük hayat fonksiyonunun geriye gelmeyecek şekilde durması biyolojik ölümü de meydana getirir.”[27]

Bu konuda çok farklı yorumlar olmasına rağmen biz bunları üç grupta ele almak istiyoruz:

1. Klasik ölüm anlayışı,

2. Beyin ölümü anlayışı,

3. İslam fıkıhçılarına göre ölüm anlayışı.

1. Klasik Ölüm Anlayışı

Bu ölüm anlayışına göre, ölüm olayı bir süre içinde meydana gelen, kısa süre dahi olsa devamlılık gösteren, çeşitli ana hayat fonksiyonlarının durmasıdır.[28] Yani ölüm, ana hayat fonksiyonları denilen ve kişiye canlılık niteliğini kazandıran dolaşım, solunum ve sinir sistemi fonksiyonlarının kendi başlarına çalışmalarının durması, birtakım suni vasıtalarla bu fonksiyonlar tekrar faaliyete geçirildiği hâlde kendiliğinden çalışmaya devam edememesi hâlidir.[29] “Biyolojik ölüm” ya da “klinik ölüm” olarak da adlandırılan bu kıstasa göre, son kalp atışı ve son nefes ile insan hayatı sona erer.[30] Yakın zamana kadar ölümün tespitinde bu anlayış geçerli olmuştur. Fakat zamanla, durmuş olan bir kalbin yeniden çalıştırılabileceğinin keşfedilmesiyle, klasik ölüm anlayışının ölümün tespitinde yeterli bir kıstas olmadığı ileri sürülmüştür. Klasik ölüm anlayışını bu noktadan tenkit eden yazarlara göre, kalbin durması ölümün yaklaştığını bildirir. Fakat bu mutlaka kişinin öldüğü anlamına gelmez. Çünkü soğuk suda boğulan bir kimse, kalbi durduktan sonra dahi 10 dakika kadar hayatta kalabilmektedir.

Ayrıca kalp, durduktan sonra, kalp masajı ve suni solunum gibi bazı müdahalelerle tekrar çalıştırılabilir ve öldü sanılan bir kimse yeniden hayata döndürülebilir. Nitekim kalp ameliyatı gibi bazı önemli operasyonlarda hastanın kalbi bir süre durdurulmakta, operasyon bittikten sonra yeniden çalıştırılmaktadır. Böyle bir durumda da ameliyat esnasında kalbi çalışmayan hastayı ölü saymak mümkün değildir. Bunun dışında, vücuttan ayrılan kalbin bir süre daha çalıştırılması mümkündür. Fakat sırf kalbin çalışıp çalışmamasına bakarak kişiyi canlı veya ölü saymaya imkân yoktur.[31] Sayılan bütün bu sebeplerden dolayı klasik ölüm anlayışını reddedenler, bunun yerine beyin ölümü anlayışının ikame edilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

2. Beyin Ölümü Anlayışı

Geri dönüşümsüz koma (beyin ölümü) anlayışına göre ölüm, insan beyninin, vücut idaresini dönüşümü olmayacak bir şekilde kaybetmesi hâlidir. Bunlar, insanı insan yapan vasfın beyin olduğu görüşünü savunurlar. Dolayısıyla beynin ölmesi, insanın ölmesi ile eş değerdedir ve suni aletlerle solunumun ve dolaşımın devam ettirilmesi kişinin yaşadığı anlamına gelmez. Burada tıp uzmanları “irreversible” kelimesini kullanıyorlar ki, bunun anlamı beynin fonksiyonlarının geri dönüşümsüz / dönüştürülemeyecek şekilde sona ermesi demektir.[32]

Beyin fonksiyonlarının durmasından maksat, beynin vücudu idare etme kabiliyetinin ortadan kalkmasıdır. Daha açık bir ifadeyle, insan vücudunu beyin idare eder. Cortex adı verilen beyin kabuğunun tahrip olmasıyla fonksiyonlar arasındaki koordinasyon bozulur, şuur ortadan kalkar, solunum felce uğrar ve hızla bütün organlar harap olur.

Şu hâlde, vücudun çeşitli fonksiyonları arasındaki koordinasyon tamamen durmuşsa ve bunlar birbirini tamamlamaktan yoksunsa, ölümün başladığını kabul etmek gerekir.[33] Bu andan itibaren bazı organların canlılıklarını devam ettirmeleri hayatın devam ettiği anlamına gelmez. Burada önemli olan beynin idare kabiliyetinin son bulması olduğundan, beyin müstakil hücresel hayatını devam ettirse de insanın yaşadığından söz edilemez.[34] Birçok ülkede gerek hekimler, gerekse hukukçular büyük çapta bu anlayışı kabul etmişlerdir. 

Beyin ölümü fikrinin doğuşu ve bugünkü durumu: Beyin ölümü organ nakilleriyle birlikte gündeme gelen, nispeten yeni bir klinik kavramdır. Bu kavram yalnız hekimleri değil; hukukçuları, filozofları ve din adamlarını da yakından ilgilendirmektedir. Çünkü söz konusu olan şey, vicdani ve dinî tartışmalara açık olan “insan yaşamının sona ermesi” konusudur.[35] 

İnsanla ilgili bilgilerin tarihe mal olduğu o eski zamanlardan bu yana ölümün, solunum ve kalbin durmasını takiben diğer organların da hücre seviyesinde canlılıklarını zaman içinde kaybettikleri bilinmektedir. Bunun aksine bazı dokuların, hayatiyetlerini solunum ve kalp durmadan yıllar önce yavaş yavaş kaybettikleri de gene bilinen bir gerçektir. Saçların ağarması ve dökülmesi bunun en basit misalidir. İnsanın kalp ve solunumu durmadan yıllar önce başlayan bu olaylar zinciri yaşlanma olarak kabul edilmektedir. Tabii ki konu başlangıçta pek çok araştırmacı tarafından şüphe ile karşılanmış, yıllarca tıbbi, ahlaki, dinî ve hukuki yönleri ile “beyin ölümü” gündemde kalmıştır.

Her ne kadar “beyin ölümü” tabiri ilk defa, 1902 yılında Cushing tarafından kullanılmış ise de [36] 1959 yılında, mekanik ventilatör desteği ile yaşamakta olan bir grup hastada, Mollaret adında bir Fransız doktor tarafından “Le Coma Depasse” yani “koma ötesi” diye adlandırılmıştır. Transplantasyonla ilgili spekülasyonların dahi yapılmadığı o yıllardan büyük aşamaların kaydedildiği bugünlere kadar beyin ölümünün kabulü konusunda birçok tanımlamalar yapılmıştır. Günümüzde bile konu hâlâ bilimsel platformlarda tartışma konusu olmaktadır.[37]

Beyin ölümü tanısında iki farklı yaklaşım vardır: Sadece beyin sapının ölmesi veya tüm beyin fonksiyonlarının geri dönüşümsüz kaybıdır. Örneğin “Amerika’da beyin ölümünün kesinleştirilmesi için bütün beyin fonksiyonlarının geri dönüşümsüz olarak durmuş olduğunun gösterilmesi gerekirken, İngiltere’de beyin sapı fonksiyonlarının durduğunun gösterilmesi yeterli bir durumdur.”[38] Dolayısıyla İngiltere’de ölü kabul edilen bir kimse Amerika’da hâlen canlı kabul edilmektedir.

Bitkisel hayat, koma ile beyin ölümü arasındaki farklar:

1. Koma: Koma durumunda, beynin alt merkezleri de geçici bir süreyle işlevini yitirebiliyor. Bu durumda hastayı suni solunum cihazına bağlamak ve damardan beslemek gerekiyor. Kalbin çalışmasını sağlamak ve kan basıncını belirli düzeyde tutmak için de çeşitli ilaçlar kullanılıyor. Beyin henüz işlevini tam olarak kaybetmediği için komadan çıkmak mümkündür.

2. Bitkisel hayat: Beynin, düşünme, konuşma ve istemli kasların hareketinden sorumlu olan üst merkezlerinin, yani korteksin işlevini yitirmesidir. İç organların çalışmasından sorumlu olan, beynin orta ve alt merkezleri çalıştığı için kalp atmakta, solunum mümkün olmakta ve sindirim sistemi çalışmaktadır. Koma ve bitkisel hayat tanısı konan hastalarda bazı beyin fonksiyonları çalışmaya devam etmektedir ve tıbbi destek ile hasta yaşamına yıllarca devam edebilmektedir. 

3. Beyin ölümü: Beyin ölümü ise, geri dönüşü olmayan koma olarak tanımlanıyor. Kaybedilen beyinsel işlevler geri dönmüyor ve kalbin kısa bir süre sonra durmasıyla vücut ölümü de gerçekleşiyor.[39] Beyin ölümünü çok basit bir benzetme ile vazodaki çiçeğe, bitkisel hayatı ise saksıdaki çiçeğe benzetebiliriz. Vazodaki çiçek istesek de istemesek de birkaç gün sonra solacak ve kuruyacaktır. Oysa ki saksıdaki çiçeği suladığımız ve iyi baktığımız sürece solmayacaktır.[40]

Neden sırf beyin ölüm tanısı konan kadavradan organ nakli yapılmaktadır?: Günümüzde ileri bir tedavi yöntemi olarak kabul edilen, kadavradan organ alınması ve hastalara nakledilmesi şeklindeki uygulamaya gelince, bu tür bir uygulamanın yapılabilmesi için ölümün tıbben gerçekleşmiş olması gerekir. Ancak tabipler her ölünün organlarının nakil için kullanılamaz olduğunu ve ancak yoğun bakım servislerinde beyin ölümü tanısı konan hastalarda bunun mümkün olacağını ifade ederler.

Dolayısıyla konumuzun en önemli meselesi beyin ölümüdür. Çünkü günümüzde sadece yoğun bakım servislerinde beyin ölümü tanısı konan kimselerin organ naklinin mümkün oluşu bu konunun derinlemesine araştırılmasını gerektirmiştir.

“Ölüden yapılan nakillerin başarısı, önemli ölçüde bu naklin kısa sürede gerçekleştirilmesine bağlıdır. Çünkü alınan organların fonksiyonlarını devam ettirebilmesi için, vericinin ölümünden hemen sonra alınması ve özel tekniklerle soğutularak özelliklerini kaybetmemesinin sağlanması gerekmektedir.”[41] 

Evde veya yolda ya da herhangi bir yerde, herhangi bir şekilde vefat eden bir kimsenin organlarını kullanmak tıbben mümkün değildir. Çünkü tamamen ölmüş bir hastadan organ naklinin yapılabilmesi ancak 5-6 saat gibi çok dar bir zaman dilimi içerisinde mümkün olabilir. Bu zamandan sonra organlar fonksiyonlarını yitirir. Beyin ölümü gerçekleşen hastalarda beyin fonksiyonları tamamen ve geri dönmeyecek şekilde, yani tamiri mümkün olmayacak bir biçimde kaybolmaktadır. Böyle bir hastanın beyin sapı (solunum ve dolaşım sisteminin ana merkezi) ölmekte ve bilinci kaybolmaktadır. Ancak solunum makinesi desteği ile yaşamını sürdürmesi mümkündür.[42] Bunun için, beyin ölümü tanısının kısa zamanda tespiti yapıldıktan sonra organın nakline ancak yeterli vakit bulunabilmektedir.

7) İslam Fıkıhçılarına Göre Ölüm Anlayışı

Lügat açısından ölüm “mevt”, hayatın zıddıdır.[43] Dolayısıyla hayat da ölümün zıddıdır. Âlimlerimiz genellikle ölümü, hayatın zıddı ve ruhun bedenden ayrılması olarak tarif etmişlerdir.

“Ta’rifât” sahibi Cürcânî’ye göre ölüm, “Hayatın zıddı olarak yaratılan vücudî bir sıfattır.”[44] Diğer bir tarife göre, “Nefsin cesedi kullanmayı bırakmasıdır.”[45] En meşhur tarif ise, “Ölüm, bedenden ruhun ayrılmasıdır.”[46] şeklindedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen ölüm ile ilgili ayetlerde müfessirlerin çoğunluğu ölümü, ruhun bedenden ayrılması veya kabz edilmesi olarak tefsir etmektedirler. Örneğin Nahl suresi, ayet 21;[47] En’âm suresi, ayet 61;[48] Secde suresi, ayet 11.[49]

Ölümü, ruhla bedenin birbirinden ayrılması olarak tarif, âlimlerimizce de kabul görmekte ve ana kaynaklarımızla da desteklenmektedir. Ancak sorun ruhun bedenden ayrılma zamanının gaybî oluşu,[50] insan idrakinin dışında kalması ispatını güçlendirmektedir. Dolayısıyla âlimlerimiz ölüm konusunda ihtiyatla hareket etmişlerdir. Fukahâmız ölüm konusunu fıkıh kitaplarının cenaze bahislerinde ele almışlar ve ölümün alametlerinden detaylıca bahsetmişlerdir. Bu alametlerden bazıları şunlardır: Nefesin kesilmesi, dudakların açılması, gözlerin dikilmesi, ayakların gevşemesi ve dik durmaması, avuçların açılması, burnun yana eğilmesi, yüz derisinin sarkması, şakakların çökmesi ve derisinin sarkması ve bedenin soğuması vs…[51]

Ancak fakihlerimiz bu alametlerin biri veya birçoğunun zuhurunun her zaman ölümün ispatı için katiyyet ifade etmediğini belirtir, kişinin ölümünde yakin hasıl olmadıkça karar vermezlerdi. Onun için bir kişinin ölümünden şüphe duyulduğunda kesin bir bilgi hasıl oluncaya kadar defnini geciktirirlerdi. Örneğin ani ölümler, yanarak, boğularak, yüksek bir yerden veya kuyuya düşerek ölenlerde İmam Şâfiî[52] tam ümit kesilmeden ve öldüğünü kesin bilmeden teşhis için acele edilmemesini; bir, iki veya üç gün bekletilmesi gerektiğini ifade eder.

Fıkıh kaynaklarımızı harmanladığımızda, hiçbir âlimimizin kalp atışlarının durmasını ölüm alametleri arasında zikretmediği görülmektedir. Bilakis kaynaklarımız bir kimsenin öldüğünün kesin vuku bulduğuna emin olmak için bu alametlere bakarlar, zann-ı galib bile olsa bir kimsenin öldüğüne hüküm vermezler, bilakis kesin öldüğü bilininceye kadar bekletirlerdi.[53]

Tariflerden de anlaşıldığı gibi, ölüm hayatın zıddıdır, o hâlde onun belirtilerinin de hayatın belirtilerinin zıddı olması gerekir. Ölümün işaretlerinin gözlemlenmesi ve bu konuda son derece ihtiyatlı davranılması âlimler arasında ortak ve somut bir ölüm tarifinin yapılması ihtiyacını gerektirmemiştir. Çünkü âlimlerimiz ölümü kesinleştirmeden hüküm vermezlerdi. Ancak ne zaman ki organ nakli gündeme geldikten ve organların canlı olması gerektiği söz konusu olmaya başladıktan sonra ölüm anı tartışmaları tıpçı, hukukçu ve din adamları arasında alevlendi.

İslam âlemi de bu tartışmalara katıldı ve konuyla alakalı olarak birçok uluslararası oturum yapıldı. Ağırlıklı olarak iki görüş ortaya çıktı. Bunlardan bir kısmı beyin ölümünü ölüm kabul ederken, diğer kısmı bunu reddetti. Buna göre aşağıda ölü kişiden organ nakline cevaz veren ve vermeyen âlimlerimizin görüşünü gerekçeleri ile birlikte açıklayarak konumuzu bitireceğiz.

8) Ölü Kişiden Organ Nakli Hakkında Âlimlerin Görüşleri ve Gerekçeleri

Yaşayan kişilerden organ nakli konusunda cevaz verenlerle beraber bazı karşı görüşteki ilim ehli, ölüden nakil yapılma konusunda daha geniş davranmaktadırlar. Ancak organ nakline her hâlükârda karşı olanlar ölüden de organ nakline karşı çıkmışlardır. Buradaki ölümden maksat, fukahânın kastettiği ölümdür. Ancak unutulmamalıdır ki günümüz tıbbı, bu manadaki ölüden organ naklini mümkün görmemektedir. Gerçi bu şekilde ölmüş insanların organ naklinin mümkün olabilmesi için ciddi bir çalışma da yapıldığı söylenemez. Çünkü şartların oluşturulmasındaki sorunlar zaman darlığı ve asıl önemli olan maddi külfet bu konuya eğilmeyi frenlemektedir. Dolayısıyla beyin ölümü tanısı konarak ölümün öne alınmış olması maliyet açısından daha cazip gelmektedir. Bütün bunlara rağmen, fıkhî açıdan konunun bilinmesinde fayda olduğu için ölüden organ naklinin hükmü konusuna değineceğiz.

1. Ölüden Organ Nakline Cevaz Verenler ve Gerekçeleri

Ölüden organ nakline cevaz verenlerin en temel şartı ölümün kesin vuku
bulmuş olmasıdır.[54] Yani hiçbir hayat belirtisinin olmaması gerekir. Diğer şartlara ise ileride değinilecektir. Bu görüşü dünya fıkıh konseyleri ve İslam âleminin önde gelen fetva kurullarının çoğunluğu ile günümüz âlimlerinin ekseriyeti benimsemektedir.[55]

Gerekçeleri:
İnsan, kâinat ağacının en müstesna meyvesidir. Bu ağacın vücuda çıkarılmasında gerçek maksat insanın mevcudiyetidir. O, kâinatın özüdür. İnsanın öldürülmesinin, günah olarak bütün insanların ölümüne denk, buna karşılık, bir insanın yaşamasına sebep olmanın da bütün insanları yaşatmış gibi olmak anlamına geleceği Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilmiştir: “Kim bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onun hayatını kurtarmak suretiyle yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.”[56]

Aynı zamanda böyle bir hareket, bir fedakârlık işaretidir. Fedakârlık da ayet ve hadislerde devamlı teşvik edilmektedir.[57] Bu ölüye hürmet açısından yasaklanan müsleye (işkence) de benzememektedir. Netice olarak, organ naklini haram kılacak hiçbir sebep kalmamakta ve naklin helal olduğu ortaya çıkmaktadır.[58] Bunlara göre, faydalı, gerekli ve zaruri olduğunda cesede dokunmak, otopsi yapmak, bazı organ ve dokuları alarak yaşayan insanların acılarını dindirmek, sağlığa kavuşturmak caizdir; bunları haram kılan bir ayet veya hadis mevcut değildir. Tam aksine insanları ilme, iyiliğe ve yardımlaşmaya teşvik eden yüzlerce ayet ve hadis vardır. Zaruretlerin yasakları kaldırması prensibi de ayete dayanmaktadır.[59] Değişik bir yaklaşımla, kan nakline cevaz verildiği ve hâlen bu işin yapıldığından hareketle, insanın hürmetine muhalif hareket edilmedikçe, kıyas yoluyla organ ve doku nakline de cevaz verilmektedir.[60] İster ölü ister canlı olsun, organ nakli caizdir. Verici ölü ise, ister vasiyet etsin ister etmesin yine caizdir. Çünkü canlıyı kurtarmaktaki zaruret, mahzurları mübah kılar. Kendisine vasiyet edilene, nakil konusunda öncelik tanınır.[61] Şartları şunlardır:

1. Vericinin fıkhî anlamda ölmüş olması.

2. Ölen şahsın, açık veya gizli rızasının olması, şayet yoksa yakınlarının izninin olması. 

3. Zaruret hâlinin bulunması.

4. Naklin, tek ve son çare olması.

5. Ameliyatın başarılı olacağına dair zann-ı galibin bulunması.

6. Organ veya doku karşılığında asla ücret alınmaması.[62] 

2. Ölüden Organ Nakline Cevaz Vermeyenler ve Gerekçeleri

Organ nakline temelinden karşı olanlar, canlının yanı sıra ölmüş olan vericiden de organ naklini caiz görmezler. Bu görüşü savunan günümüz âlimlerinin önde gelenleri, Mütevellî Şa’râvî, Abdullah el-Ğumarî ve Hasan b. Ali es-Sekkaf’tır.[63]

Gerekçeleri:
Hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.”[64]  Dolayısıyla ölüye yapılacak herhangi bir eziyet canlı birine yapılmış gibi sayılır. Ölünün aynen hayatta olduğu gibi dokunulmazlığı vardır.[65] Ancak fıkıh kitaplarımızda geçen, “hamile olarak ölen kadının çocuğunu sezaryenle almak veya değerli bir eşya yutmuş bir kimseden bunu ameliyatla almak” gibi örneklere kıyas edilmesi yanlıştır. Çünkü bu iki misalde kul hakkı söz konusudur. Öyleyse, netice olarak ne vasiyet ne de velisinin izniyle organ nakline mübah demek caiz değildir.[66]

3. Beyin Ölümünü İnsan Hayatının Sonu Olarak Kabul Edenler ve Gerekçeleri

Beyin ölümü tanısı, organ nakli konusunda en can alıcı noktadır. Günümüzde kadavradan organ nakli denildiğinde, sadece beyin ölümü tanısı konulmuş kişilerden yapılan nakil anlaşılmaktadır. Ölmüş kişiden organ nakli konusunda cevaz veren âlimler bu defa beyin ölümü tanısı konmuş kişiden organ nakli söz konusu olduğunda kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir.

Bu görüşü savunanlar, İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı Fıkıh Konseyi[67] ve bazı âlimler, hukukçular ve tabiplerdir.[68] Bunlar günümüz tıbbi verilerine dayanarak ölümün tespitinde esas alınması gereken organın beyinc olduğunu kabul ederler. Dolayısıyla kalbin aletlerle çalışması ve diğer organların hâlâ daha ölmemiş olmasına itibar etmezler. Böylece de beyin ölümüne maruz kalan şahıslardan organ nakli yapılabileceğini ifade ederler.

Bu görüşe göre insanda şu iki durum meydana geldiğinde dinen de ölüm vaki olmuş sayılır: Birincisi beyin fonksiyonlarının tamamen durması ve ihtisas sahibi seçkin doktorların bundan geriye dönüşün imkânsız olduğuna ve beyinde çözülmenin başladığına karar vermiş olmaları. İkincisi ise kalbin ve solunum sisteminin tamamen durması ve doktorların da kalbin ve solunum sisteminin tamamen durduğuna, hastanın bir daha hayata dönemeyeceğine karar vermiş bulunmaları.[69]

Bu iki durum kesinleştikten sonra her ne kadar hastanın kalp ve solunum sistemi, kan dolaşımı bağlanan aletler sayesinde çalışmasını devam ettirse de dinen ölmüş sayılan bu kimseye bağlı olan bu cihazın kaldırılması mümkündür. Bir sakınca söz konusu olmaz. Bunlara göre beyin ölümü tanısı konulan bir kişi tıbben, hukuken ve dinen de ölüdür. Ölünün de kendi izni veya velisinin izni ile organ nakli yapılması caizdir.

Gerekçeleri:

1. Akıl, teklife mahaldir ve beyin de aklın odak noktasıdır. Bu sebeple beyin veya beynin hücreleri öldüğünde insandan teklif düşer ve sanki hayvan gibi olur. Dolayısıyla akıl, kalp, emanet ve fuad (kalp, gönül) gibi merkezlerden her birinin beyinle ciddi alakası vardır.

2. Beynin haricinde kalbin atması, böbreklerin çalışması gibi bedendeki hücrelerin canlılığına delalet eden hareketler, ruhun mevcudiyetine kesin delil olamaz. Ruh olmadığı zaman da bunların çalışması mümkündür. Dolayısıyla kedisinde ruh olmayan bedenden organ alınmasına mâni bir sebep yoktur.

3. İnsanda, bünyeyi taşıyıp ayakta durmasını temin eden canlı beyindir. Bu canlı beyin hizmeti için birçok cihaz vardır. Bir kısmı ona gıda olurken, bir kısmı atıklarını ifraz ve bir kısmı da hareket ve nakil vazifelerini görürler. İnsan, beyni sayesinde çevresine tahakküm edebilir ve yine beyni vasıtasıyla bütün beden cismine hâkim olarak onları idare edebilir.

4. İnsandaki bir kısım organ veya dokuların canlılığını korumaları insanın ölmediğine delalet etmez. İnsan öldükten sonra saç ve sakalı büyür ama o aslında ölmüştür. Ölen insandan, daha canlılığını yitirmeden alınıp gereğince muhafaza edilen organlar, ceset toprağın altında olsa bile canlı kalabilmektedir. Demek ki hayat, belirli organlara bağlı değildir. Öyleyse insanın ölümü beyinle alakalıdır. Başka bir tabirle, beyin ölümü gerçekleştiğinde, beynin yerini tutacak bir benzeri bulunmadığından dolayı hayat sona erer. Demek ki ölüm, beynin fonksiyonlarını yitirmesiyle gerçekleşmektedir. Kendine mahsus gıdası verildiği takdirde, insan vücudundan alınıp başkasına aktarılan bir organ hayatiyetini devam ettirir ve ilk sahibinin ölümüyle de etkilenmez. Bundan sadece beyin müstesnadır. O, aynı zamanda insanın merkezi ve teklife muhatap olan organıdır.

4. Beyin Ölümünü, İnsan Hayatının Sonu Olarak Kabul Etmeyenler ve Gerekçeleri

Bu görüşü savunanlara göre, kişiye ölü hükmünün konulabilmesi için beyin ölümü yeterli değildir. Ölüm ruhun bedenden tamamen ayrılmasıdır. Sadece beynin ölmesiyle, ölümün gerçekleşme derecesi bilinmemektedir. Dolayısıyla bunlar insanın ölümüne dair yakin hasıl olmadıkça ölüme hükmetmezler. Râbıta’ya bağlı Fıkıh Akademisi[70] sekizinci ve dokuzuncu oturumlarında bu konuyu detaylıca ele almış ve son olarak 1987 yılı onuncu oturumunda bu şekilde karara bağlamıştır. Suudi Arabistan “Hey’etü Kibâri’l–Ulemâ”sı[71] ve Kuveyt Vakıflar ve Din İşleri Bakanlığı’na bağlı fetva kurulunun 1984 yılındaki kararı ile birçok meşhur âlimlerin[72] fetvası da bu şekildedir. 

Nabız, teneffüs ve hareket dâhil hayat alametlerinin tamamı kaybolmadan, ölüm hükmü verilemez. Kişinin canlı olduğuna delalet eden, açık veya gizli alametler olduğu müddetçe beyin ölümü, ölüm kabul edilemez. Çünkü asıl olan hayatın devam etmesidir. Şüphe ile asıldan yüz çevrilemez. Çünkü “Yakin, şek (şüphe) ile zail (yok) olmaz.” şeklindeki prensip, gerçek bilginin, şüphe ve tereddütlerle ortadan kaldırılamayacağını anlatmaktadır.[73] Dolayısıyla, “Şifa ümidi olmasa bile şahsın, teneffüs ve kan dolaşımı devam ettiği müddetçe beynin ölmesiyle ona ölü denilemez. Bu durumda organlarının alınması da caiz değildir. Hele bu organ, kalp ve ciğerler gibi hayati organlar olursa bu takdirde kesinlikle nakle cevaz verilemez.”[74]

Gerekçeleri:

1. Ölüm ruhun bedenden ayrılmasıyla tamamlanır. Dolayısıyla kalp attığı müddetçe, mücerret beyin ölümü hayatın sonu olarak kabul edilemez. Bu ancak ölüme işaret ve onun habercisi sayılabilir.[75]

2. İslam’da hükümler şüphe ve zanna değil, sağlam esaslara bina edilmektedir. Sadece beyni ölen kimseyi ölü kabul etmek, ancak gelecek itibariyle verilmiş bir kanaattir. Çünkü insan hayatı yakindir ve onun yok olmasına ancak yakin ile karar verilir. Çünkü yakin, ancak kendisi gibi bir yakin ile yok olur ve şüpheyle yok olmaz. Zira asıl olan bir şeyi ortadan kaldıran yakin gelene kadar, var olan şeyin varlığının baki olmasıdır.

3. İslam hukukunun kabul ettiği prensiplerden birisi de “istishab” delilidir. Buna göre, herhangi bir şeyin, aksine delil olmadığı müddetçe aslı üzere bırakılması gerekmektedir. Bu prensipten hareketle, beyin ölümü teşhislerinde vücut gıda alabilmekte, hatta beden gelişmeye devam etmekte, yani vücut fonksiyonları canlı kalabilmektedir. Bunun yanında, öldüğüne dair aksini ispat edecek herhangi bir delil de olmadığı hâlde, o şahsa ölü denilmesi imkânsızdır.[76]

4. Beyin ölümü, ancak ölümün habercisi ve onun alameti olabilir. Kalp tamamen durmadan mücerret beyin ölümü, ölüm olarak kabul edilemeyeceği gibi, bu durumda naklin yapılması da caiz olmayacaktır. Beyin ölümü, kesin vefat demek değildir. Beyin ölümü teşhisi konulduktan sonra yaşamını devam ettiren insanlar da vardır. Öyleyse ölümün, ruhun bedenden ayrılması olarak tarifi en doğru olanıdır.[77]

5. Ölümün kendine has alametleri vardır. İster kendi kendine isterse suni solunum cihazıyla olsun, kalp attığı müddetçe beyin ölümüne itibar olunmaz.[78]


[1]    Ebû Dâvûd, Sünen, Dâru’l-Fikr, Tahkik: Muhyiddin Abdulhamid, c. 4, s. 7, Hadis rakamı: 3874; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, Dârü’l-Baz, Mekke, 1994, M. Abdulkadir Ata, c. 10, s. 5, Hadis: 19465. 

[2]  Şafak Parlak, “Organ Bağışı ve Organ Naklinde Ortaya Çıkan Sorunlar”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 83 (2009): 195.

[3]     Reşit Haylamaz, İslam Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli, (İzmir: Işık Yayınları, 1993), s. 183; Görsel Ansiklopedisi, XI, s. 6752.

         [4]     Haylamaz, İslam Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli, s. 183.

[5]   Yeşim Atamer, “Ölüden Organ Naklinin Beraberinde Getirdiği Bazı Hukuki Sorunlar”, MHB, 19-20 (1999-2000): 123.

[6]    L. Keçecioğlu Yücetin-N. ve F. Ersoy, “Türkiye’de Organ Bağışı ve Nakline Bir Bakış”, Diyaliz Transplantasyon ve Yanık Dergisi, 14/2 (2003): 116. 

[7]      Muhammed Said Ramazan el-Bûtî, İntifaü’l-İnsan bi A’dai cismi insanın Ahar Hayyen ev Meyyiten”, Mecelletü Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmî, I/4, s. 198 

[8]    Bu görüşü savunan günümüz âlimlerinden bazıları şunlardır: Abdullah el-Ğumarî, M. Mütevellî eş-Şa’râvî, Hasan eş-Şâzelî, Muhammed el-Esadi, Abdusselam es-Sukkerî, Hasan b. es-Sekkaf. Bkz. el-Ğaybûbeti’d-Dimâğiyye, s. 178;Şa’râvî, Mecelle Akideti, s. 14, 10.6.1997.

[9]     Abdurrahman el-Adevî, “Cunun el-İlm fi Zira-atil E‘da”, Mecelle Minber el-İslam, (Ağustos 1992): 22, 30-4.

[10]    Abdullah el-Ğumarî, Ta’rîfu Ehli’l-İslâm bi-enne’n-Nakle’l-Uzvi Harâm, (Kahire: Mektebetü’l-Kahire, 1. baskı, 1997), s. 19.

[11]    Hasen Şâzelî, Ali, Hukmu Nakli A’zâi’l-İnsânî fi’l–Fıkhi’l-İslâmî, (Dâru’t-Tahrîr, 1989), s. 71-72.

[12]     M. Mütevellî Şa’râvî, 100 Suâl 100 Cevâb fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, Haz: Abdulkadir Ahmed Ata, (Kahire: Mektebetü’t-Türâsi’l-İslâmî, 1983), s. 78.

[13]     Bkz. Recep et-Temimî, “Buyud, Munakaşa”, Mecelletü Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmî, I/4, s. 467-8. 

         [14]  Bakara suresi, 2:195.

         [15] Nisâ suresi, 4:29.

[16]     Hâkim, Müstedrek, II, s.66/2345; İbn Mâce, Sünen, II, s. 784/2340; İmam Malik, Muvatta, II, s. 745/1429. Hasen Ali Şâzelî, Hukmu Nakli A’zâi’l-İnsânî fi’l–Fıkhi’l-İslâmî, s. 68. 

         [17]    Hasen Ali Şâzelî, Hukmu Nakli A’zâi’l-İnsânî fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, s. 157.

[18]    Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I-II, (İstanbul: İlim Yayınları, 1990), II, s. 253.

[19]     Bkz. Yusuf b. Abdullah, Ahkâmu Nakli A’zâi’l-İnsân fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, (Riyad: Künûzu İşbiliyye, 1. baskı, 2006), I, s. 161-162; Abdulfettah Mahmud İdris, el-Ğaybûbeti’d-Dimâğiyye, (Riyad:, Dâru’s-Sümey’i, 1. baskı, 2011), s. 172; M. Abdurrahman ed-Duvaynî, Tasarruf fî A’zâi’l-İnsân min Manzur İslâmî, Kadâyâ Fıkhiyye Mu’âsıra, (Kahire: Dâru’l-Beyân, 2001), s. 409 

        [20]    Bakara suresi, 2:172; Mâide suresi, 5:3; En’âm suresi, 6:119, 145; Nahl suresi, 16:115.

         [21]    Mâide suresi, 5:32.

[22]     el-Humeydî, el-Cem’u beyne’s-Sahîhayn el-Buhârî ve Müslim, Tahkik: Ali Hüseyin el-Bevvâb, (Beyrut: Dâru İbni Hazm, 2. baskı, 2002), II, s. 154/1260; İbn Hibbân, Sahihi, Tahkik: Şuayb Arnavut, (Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 2. baskı, 1993), II, s. 292/534.

[23]Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.” Bakara suresi, 2:178.  

        [24]    Haşr suresi, 59:9.

         [25]     Abdulkadim Zellûm, Organ Nakli, Dâru’l-Ummah, (Beyrut: 1. baskı, 1997), s. 6.

[26]   Mehmet Talu, Dinî Meselelerimiz Sorular ve Cevapları, (İstanbul: Fatih Kitabevi 1996), IV, s. 570-71. 

        [27]  Adli Tıp, Morg İhtisas Dairesi, http://www.adlitipankara.gov.tr/morg_ihtisas_olum.php

[28]  Adnan Öztürel, “Organ Transplantasyonlarının Adli Tıp Yönleri”, AÜHFD, 30/1-4 (1973): 457.  

[29]  Gerd Geilen, “Medizinischer Fortschritt und Juristischer Todesbegriff”, JZ. 1968, s. 376; H. Lüttger, “Neue Probleme um den Todesbegriff im Strafrecht der Bundesrepublik Deutschland”, AÜHFD. 28/ 1-4 (1971): 280; Günter A. Neuhaus, “Medizinische Probleme bei der Todeszeitfeststellung nach Erfolgloser Reanimation”, JZ. 1968, s. 397-402; Bkz. “Organ Nakli Açısından Ölüm Zamanının Tespiti”, Türk Hukuk Enstitüsü Dergisi, 1/7 (Haziran 1996): 3-13. 

[30]    Teoman Akünal, “2238 Sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkındaki Kanun Açısından Hekimin Hukuki Sorumluluğu Üzerine Düşünceler, Sorumluluk Hukukundaki Yeni Gelişmeler” V. Sempozyumu, MHAUM, İstanbul 1983, s. 22. 

         [31]    “Organ Nakli Açısından Ölüm Zamanının Tespiti”, s. 3 -13.

[32]    R. Zenker – H. Pichlmaier, “Organverpflanzung beim Menschen”, DMW. 1968, s. 716. A. Laufs, v.dğr., Handbuch des Arztrechts, (München: l992), s. 770. Bkz. “Organ Nakli Açısından Ölüm Zamanının Tespiti”, s. 3 -13. 

        [33]  Köksal Bayraktar, Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu, (İstanbul: 1972), s. 178. 

[34]    N. Bilgin, Organ Transplantasyonunun Etik ve Yasal Yönü, Doku ve Organ Transplantasyonları, Ed.: M. Haberal, (Ankara: 1993), s. 17.

[35]    Nüket Büken, “Örnek Beyin Ölümü Konusundaki Tartışmalar Sürüyor”, http://www.biyoetik.org.tr/haftanin/Buken.html

         [36]    Güler Tunalı, “Beyin Ölümü”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Dergisi, 9/1 (1992): 2.

[37]   Levent Döşemeci, “Beyin Ölümü Tanısının Konulması”, http://www.onkod.org/download/1305206550.pdf   

[38]  Persistent Vegetatif State, “Kalıcı Bitkisel Hayat”, http://www.onkod.org/download/1305206550.pdf

         [39]  http://biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/index.php?kategori_id=14&soru_id=4102

         [40] http://www.sbgoztepehastanesi.gov.tr/organnakli/organnakli.htm 

          [41]     Bkz. Nevzat Toroslu, “Organ Aktarma ve Cezai Sorumluluk”, AÜHFD, 35 (1978): 104. 

          [42]     H. İbrahim Acar, Organ Bağışının Dinimizdeki Yeri, s. 19-20.

[43]     İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, (Beyrut:, Dâru Sadır, 1. baskı, 1997), II, s. 90; er-Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, (Beyrut: Dâru’l-Fikr), s. 639.

[44]    İbn Âbidîn, Hâşiyetu Reddü’l-Muhtâr, (Beyrut: Dâru İhyâu’t-Türâs 2. baskı, 1987); Cürcânî, et-Ta’rîfât, (Kahire: Mektebetu Mustafa el-Halebî), s. 94. 

        [45]     Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, 3/1316.

[46]    Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, (Risale Yay., 2. baskı, 1992.), III, s. 9, İbn Kayyim, Şifâu’l-Alîl, s. 160; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, s. 346; Derdir, eş-Şerhu’s-Sağîr, I, s. 187; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I, s. 329 

        [47]    Kurtubî, I, s. 185 

        [48]  Süyûtî, Tefsîru Celâleyn, I, s. 135.

        [49]     Beğavî, Tefsir, VI, s. 302.

[50]    Ruh mevzuunda Kur’ân-ı Kerîm: “Sana ruhtan soruyorlar. De ki, ruh Rabbimin emrindendir” buyurarak mahiyetinin akılla bilinemeyeceğini kayıtlamıştır. İsrâ suresi, 17: 85

[51]    Bkz. Âlemgîrî, el-Fetâva’l-Hindiyye, I, s. 157; İbnü’l-Hümâm, Şerhu Fethi’l-Kadîr, II, s. 103; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, II, s. 201; İbn Nüceym, Bahru’r-Râik, II, s. 183-4; Şâfiî, el-Ümm, II, s. 274; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, s. 366-7; Remlî, Nihâyetü’l-Muhtâc, II, s. 441.

         [52]    Nevevî, el-Mecmû’, V, s. 125. 

[53]    İbn Kayyim, Bedâi’u’l-Fevâid, III, s. 790; Şâfiî, el-Ümm, II s. 274; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I, s. 332; Mâverdî, el-İnsâf, II, s. 467; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, s. 366-7.

[54]     Bkz. Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, IV, s. 333; Mehmet Talu, Dinî Meselelerimiz Sorular ve Cevapları, Fatih Kitabevi, IV, s. 570-1. Mısır Fetva Kurulunun 2004 yılındaki 2733 rakamlı fetvası.  

         [55]    Bkz. Abdulfettah Mahmud İdris, el-Ğaybûbeti’d-Dimâğiyye, s. 172.

        [56]    Mâide suresi, 5:32.

        [57]    Haşr suresi, 59:9.

         [58]    Bessam, Bahs, I/I, s. 21-2.

[59]   Hayrettin Karaman, İslam Işığında Günümüz Meseleleri, (İstanbul: İz Yayıncılık, 2003), II, s. 792.

         [60]     Orhan Çeker, “Fıkhî Bazı Sorulara Cevaplar”, İslam Mecmuası, 81 (Mayıs 1990): 6.

[61]    Kuveyt Evkaf Bakanlığı tarafından oluşturulan heyet kararı, Bar, İntifaü’l-İnsan, 1/4 (1979): 107. 

[62]   Bkz. Yusuf b. Abdullah, Ahkâmu Nakli A’zâi’l-İnsân fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, (Riyad: Künûzu İşbiliyye, 1. baskı, 2006), c. 1, s. 161-162.

[63]    Hasan b. Ali es-Sekkaf, el-İmtina ve’l-İstiksa li-Edillâti’t-Tahrîmi Nakli’l-A’zâ, Cemiyyet ammel elmetabi’ Etteavuniyye, s. 5; Abdulfettah Mahmut İdris, el-Ğaybûbeti’d-Dimâğiyye, s. 180. 

[64]    Ebû Dâvûd, Sünen, III, s. 212/3207; İbn Mâce, Sünen, I, s. 516/1616; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, s. 105/24783. 

[65]    Abdullah el-Ğumarî, Ta’rîfu Ehli’l-İslâm bi-enne’n-Nakle’l-Uzvi Harâm, s. 17. 

[66]  Adem, Şeyh Ğumarî, Ta’rîfu Ehli’l-İslâm bi-enne’n-Nakle’l-Uzvi Harâm, s. 17. Şeyh Abdullah Ali Adem, “Münakşa Mecelletü”, Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmî, 1/4, s. 476-7; Muhammed Abdurrahman, “Münakşa Mecelletü”, Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmî, 1/4, s. 430-1. 

        [67]      Bu karar Ürdün’de oy çokluğuyla alındı, Mecelletü’l-Fıkhi’l-İslâmî, 2/3 (1987): 809.

[68]    Bu âlimlerin önde gelenlerinden bazıları şunlardır: M. Nuaym Yasin, Muhammed b. Cubeyr, Ömer Süleyman el-Eşkar, Ahmed Eşrefeddin, Ahmed Şevki Ebû Hatve, Muhammed Ali el-Bar; Bkz. Hamd Hamd Cihad, Ahkâmu’ş-Şer’iyye fî Dav müsteceddat et-Tıbbiyye ve’l-Biolojiyyet el-Asriyye, (Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, 1. baskı, 2005), s. 251. 

         [69]  Mecelletü’l-Fıkhi’l-İslâmî, 3. Aded, c. 2, s. 809.

[70]  Mecelletü Mecma’i’l–Fıkhi’l-İslâmî, 2/3, s. 621; Abdulfettah Mahmut İdris, el-Ğaybûbeti’d-Dimâğiyye, s. 122.   

         [71]     Bkz. Karar Rakam, 181, 12.04.1417 h. tarihli; Yusuf b. Abdullah, Ahkâmu’n-Nakli, I, s. 292.

[72]    Bu meşhur âlimler şunlardır: Ezher Şeyhi Cadu’l-Hak, Ramazan el-Bûtî, Tevfik el-Vai, Ukeyl el-Ukayli, Bekr Ebû Zeyd, Abdullah el-Bassam, Bedr Mütevellî Abdulbasit, Abdulkadir M. el-Umadi, M. Eş-Şenkiti; Bkz. Hamd Hamd Cihad, Ahkâmu’ş-Şer’iyye fî Dav müsteceddat et-Tıbbiyye ve’l-Biolojiyyet el-Asriyye, s. 252. 

[73]    Haylamaz, İslam Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli, s. 183; Bkz. Hamd Hamd Cihad, Ahkâmu’ş—Şer’iyye fî Dav müsteceddat et-Tıbbiyye ve’’l-Biolojiyyet el-Asriyye, s. 252. 

[74]     Muhammed Süleyman el-Eşkar, Nihâyetü’l-Hayât, Dâru’n-Nefâis, (Ürdün: 1. baskı, 2006): s. 85. 

         [75]    Haylamaz, İslam Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli, s. 181.

        [76]    Haylamaz, İslam Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli, s. 182.

          [77]    Haylamaz, İslam Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli, s. 182. 

         [78]     Haylamaz, İslam Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli, s. 181.