Fetava

Hicri Takvim
Miladi Takvim

İpotekli Kredi

İpotekli Kredi

İpotekli kredi ile mal alım konusunun izahı için bazı ön bilgilerin tazelenmesine ihtiyaç vardır. Çünkü bu soruya verilecek cevap, caizdir veya caiz değildir tabirleriyle yetinilecek bir konu değildir. Bundan dolayı da ipotek nedir; kredi nedir konularının en azından tariflerinin bilinmesi ve caiz olup olmadığı bilinmeyen bir akit çeşidi olması sebebiyle de haram olan akitlerin temelini teşkil eden faiz muamelesine kısa bir göz atmak gerekecektir. 

1) İpotek ve İpotek Kredisi

Yunanca bir kelime olan ipotek, bir alacak için gayrimenkul veya menkul (vasıta gibi) üzerinde tanınan rehin hakkı ve bizzat rehin demektir.[1] İpoteğe hâlen mevcut veya ileride açılacak kredilerin bir bakıma garantisini sağlamak için, belirli bir taşınmazın veya taşınırın teminat gösterilmesidir de denilebilir. Öyle ki, borçlu borcunu ödemediği takdirde, alacaklı taraf ipotekli malı satarak satış bedelinden alacağını tahsil edebilir.

İpotek, ipotek konulmuş mal üzerinde bir hak oluşturur ve hak taşınmaz; yeni bir malike geçse bile ipotek hakkı aynı şartlarla devam eder. Fransızca bir kelime olan kredi, itibar, nüfuz, ödünç olarak verilen para, peşinsiz verilen mal gibi anlamlara gelir.[2]

İpotekli kredi ise bu iki kelimenin bir araya gelmesi ile oluşan bir cümle olarak alacağı garantilemek adına, borçlunun alacağı mala karşı, alacağını tahsil edinceye kadar, bir bakıma tedbir koyularak yapılan anlaşmadır.

 2) İpotekli Kredinin Gerçekleşme Şekli

Menkul veya gayrimenkul bir mala ihtiyacı olup yeterli sermayesi olmayan kişi, bir finans kurumu aracılığıyla bu malı almak istiyor. Finans kurumu, alıcı adına malın ilk sahibine malın bedelini ödüyor. Malın yeni sahibiyle belli miktar taksitle ödeme antlaşmasını yapıyor ve onu borçlandırıyor. Finans kurumu alınan mal üzerine ipotek koyuyor. Yani malı alan kişi, finans kurumuna borcunu zamanında ve antlaşma gereğince öderse, malın sahibi, tam mülkiyet hakkı (mutlak tasarruf sahibi olmayı) elde etmiş oluyor. Şayet taksitlerini ödeyemezse, finans kurumu ipotek anlaşmasının gereği olarak bu mala el koyuyor. 

Dikkat edilirse bu işleyişte finans kurumu, müşteriye belli miktarda krediyi vermekte; fakat krediyi, müşteriye teslim etmeyip malı satana, müşteri adına teslim etmektedir. Müşteri aldığı krediyi ve bu kredi üzerine başlangıçta belirlenen faizi kadar bir meblağı bankaya borçlanmaktadır. Bu işlemde finans kurumu malı satın alıp müşteriye satmamakta; müşterinin fiilen ve hukuken satın aldığı malı finanse etmekte; müşteriye borç vermekte, karşılığında ise bir fazlalığa sahip olmaktadır. Dolayısıyla satın alınacak mülkiyetten doğabilecek hak ve sorumluluklar, sadece alıcı ve malın önceki sahibini bağlamaktadır.

İpotekli kredi kullanmada iki ayrı akit söz konusudur. Birinci akit, malın ilk sahibi ile alıcı arasındaki akittir. İkinci akit ise, finans kurumu ile alıcı arasındaki kredi anlaşmasının yapıldığı akittir. Bu iki sözleşmenin her ikisi de ayrı ve müstakil akitlerdir. Birinci akitte satıcı ve alıcı vardır ve bu akit neticesinde mal yeni sahibine intikal etmiştir. İkinci akit ise satın alınan malın yeni sahibi ile kredi kurumu arasında gerçekleşmiştir. İpotek ile ilgili bu açıklamalardan sonra, burada asıl problem olan faiz konusuna da kısaca değinelim.

3) Faiz

Arapçadaki “ribâ” kelimesi Türkçeye “faiz” olarak tercüme edilmiştir. Ribâ, sözlükte “fazlalık, nema, artma, çoğalma; yükseğe çıkma; (beden) serpilip gelişme” gibi anlamlara gelir. Arapçada tepelere, düz araziye nispetle daha yüksek oluşları sebebiyle “râbiye”, canlıları besleyip büyütmeye de “terbiye” denir. Bu anlama göre ribâ, hem bir şeyin kendi içinde bulunan hem de iki şey arasında mukayeseden doğan fazlalığı ifade eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de ribâ kelimesi her iki anlamda da kullanılmıştır. Birinci durumla ilgili olarak, üzerine yağmur yağan toprağın kabarması “rebet” kelimesiyle, ikinci anlamla ilgili olarak da iki topluluktan birinin diğerine göre mal bakımından veya sayıca yahut değerce daha üstün olması hâli “erbâ” kelimesiyle ifade edilmiştir.

Fıkıh literatüründe ise ribâ, borç verilen bir parayı veya malı belli bir süre sonunda, belirli bir fazlalıkla yahut borç ilişkisinden doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacağa ek vade tanıyıp bu süreye karşılık onu fazlalıkla geri almanın veya bu şekilde alınan fazlalığın adı olarak tarif edilmiştir. Bir başka tarifle, cins ve miktarı bir olan iki şey yekdiğeri ile mübadele edildiğinde bir taraf için kabul edilen fazlalığa ribâ denir. Ancak bu tarif, vadeli alışverişten doğan nesîe ribâsını kapsamına almamaktadır.[3]

Cahiliye dönemi Arapları ribâ kelimesini ve ondan türeyen diğer kelimeleri sözlük manasından ziyade terim anlamında, yani “vadeye veya vadenin uzatılmasına karşı borcun da artması” anlamında kullanıyorlardı. Nitekim kaynakların bildirdiğine göre, Cahiliye devrinde borçlu alacaklısına giderek, “Borcu ertelersen sana şu kadar fazla veririm.” derdi; alacaklı da borcu ertelerdi. Bu dönemde Araplar, faizi belirli aralıklarla ödenmek şartıyla borç para verirler, ara dönem sonlarında faizi, vade dolduğunda da anaparayı isterlerdi. Eğer borçlu ödeme yapamayacak durumda ise, vadenin uzatılması karşılığında faiz miktarı da artırılırdı.

Kur’ân-ı Kerim’de sekiz yerde geçen ribâ kelimesi bu örfi anlamında kullanılmış, hadîs-i şeriflerde de ribâ kavramına yeni bir boyut getirilmiştir. Buradan fıkıh literatüründeki vade faizi ve fazlalık faizi (ribe’n-nesîe ve ribe’l-fadl) veya borç faizi ve alışveriş faizi (ribe’d-deyn ve ribe’l-bey’) şeklindeki ayırım ve adlandırmalara zemin hazırlanmıştır. 

Ribâ (faiz), genel olarak ikiye ayrılır:

1. Borçtan Doğan Ribâ

İslam’dan önce yaygın olan bir ribâ olup İslam bunu kesin olarak yasaklamıştır. Uygulaması şöyledir: Bir kimse belli bir süre için borç alır, süre sonunda borcunu ödemezse, alacaklı kendisine şu teklifte bulunur: “Ya borcunu öde veya şu kadar faiz vermek şartıyla borcunu şu tarihe kadar erteleyeyim.” Bu teklif bazen borçludan da gelirdi.

Kur’ân-ı Kerîm’de böyle bir muamele yapanın Allah ve resulüne karşı savaş ilan etmiş olacağı şöyle dile getirilir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve eğer gerçek müminler iseniz ribâ hesabından arta kalanı bırakın. Bu ribâyı terk etmezseniz biliniz ki, Allah’a ve peygamberine karşı bir savaşa girmiş olursunuz. Eğer ribâdan tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”[4] Hz. Peygamber (s.a.v.) ise Vedâ hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Cahiliye devrinden kalma ribâ kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım ribâ Abdülmuttalib oğlu Abbas’ın ribâsıdır.”[5] Buna câhiliye ribâsı veya gerçek ribâ da denir.

2. Alışverişten Doğan Ribâ:

Hanefîlere göre bu ribâ çeşidi üç kısma ayrılır:

1. Fazlalık ribâsı:

Ölçerek veya tartarak mübadele edilen mislî mallardan aynı cinsin biri diğerinden fazla olarak değiştirilmesidir. Ubâde b. es-Sâmit (r.a.)’ın rivayet ettiği altı madde hadisinde bu ribâ çeşitlerini görmek mümkündür; “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline ve peşin olarak satılırlar. Bunların cinsi ayrı olunca peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız.”[6]

Buna göre, altın, gümüş, buğday ve arpa gibi standart bir maddeyi kendi cinsiyle fazlalıkla satmak fazlalık ribâsını doğurur. Yüz gram altını yüz yirmi gram altınla veya kalitesi iyi olan bir ölçek buğdayı kalitesi düşük olan üç ölçek buğdayla satmak gibi. Burada İslam’ın amacı aldanmaya engel olmaktır. Çünkü başka cinsle, mesela para ile hesabı yapıldığı takdirde 100 gram altın 120 gram altına, bir ölçek buğday da üç ölçek buğdaya denk düşmeyebilir.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) iki ölçek adi hurmayı bir ölçek iyi cins hurma ile değişen Bilal (r.a.)’a şöyle buyurmuştur: “Eyvah eyvah! Ribânın ta kendisi. Bunu böyle yapma. Hurma satın almak istersen, kendi hurmanı para ile sat. Onun satış bedeli ile de istediğin hurmayı satın al.”[7]

Alışveriş faiziyle ilgili hadislerden anlaşıldığına göre aynı cins para veya malların birbiriyle peşin mübadelesinde bedellerden birindeki fazlalık faizdir; buna fazlalık faizi denir. Bedellerden birinin parayla alınıp satıldığı durumlar hariç bu malların birbiriyle vadeli olarak mübadelesinde de ister tek bedel, ister iki bedel de vadeli olsun yine faiz cereyan eder; cinslerin aynı veya ayrı, miktarların eşit veya farklı olması durumu değiştirmez.

Fazlalık faizi altın ve gümüşün dışında kalan malların peşin değişiminde de cereyan edebilir. Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hureyre’den nakledilen bir hadisin meali şöyledir: “Resûlullah (s.a.v.) bir zatı Hayber’e vali göndermiş, o da kaliteli bir hurma getirmişti. Resûl-i Ekrem ona, ‘Hayber’in bütün hurmaları böyle midir?’ diye sordu: O da, ‘Hayır yâ Resûlallah! Biz bunun bir ölçeğini iki ölçeğe, iki ölçeğini üç ölçeğe alıyoruz.’ cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), ‘Öyle yapma; adi hurmayı para ile sat, sonra bu para ile kaliteli hurma al!’ buyurdu.”

Bu yasak, alışverişe konu malın miktarı, kalite ve vasıf itibarıyla bilinir olmasını ve parayla değerinin belirlenmesini sağlayarak hem aldanmayı önleme hem de paraya dayalı piyasa ekonomisini canlandırma gibi sebeplere dayanmaktadır.

2. Nesîe ribâsı:

Cinsleri bir olsun veya olmasın mislî malların birisinin diğeri karşılığında vadeli olarak satılmasıdır.

3. Fasit Muamelede Bulunmaktan Doğan Ribâ:

Meşru bir akitte bulunması lazım gelen şartlara uygun düşmeyen bir muamelenin neticesinde elde edilen gelir de ribâdan sayılmıştır. Örneğin, “Her çeşit, menfaat sağlayan karz-ı hasen, ribâ (faiz)’dir.”[8] hadîs-i şerifinde anlatılmak istenen durum gibi.  Görüldüğü üzere; İslam’ın izin verdiği vadeli satış türü, bedellerden birinin para olduğu muameledir. Paralı bir muamelede ister mal peşin, para vadeli, ister para peşin, mal vadeli (selem akdi gibi) olsun alım satım caizdir. Yukarıda zikrettiğimiz bu ön bilgileri verdikten sonra, ipotek kredisinin fıkhî hükümleri hakkında ortaya konan görüşlerin takdimini yapmak istiyoruz.

  4) Avrupa’da İpotekli Kredi – Günümüz Fıkıh Kurulları ile İslam Âlimlerinin Görüşleri

Avrupa’da ipotekli kredi ile mal alım satımı konusu, Müslümanların Avrupa’ya göçünden bugüne kadar hâlâ sıcaklığını koruyan konuların başında gelir. Bundan dolayıdır ki, uluslararası fıkıh konseyleri birçok defa sırf bu konuyu gündemlerine alarak çözüm üretmeye gayret etmişlerdir. Ancak İslami ilimlerde uzman olan misafir hocalarımızın, Avrupa’da ipotekli kredi konusunun işleyişi hakkında doyurucu bilgilere sahip olamayışları ve Avrupa’da yaşayan Müslümanların kısa ve uzun vadede karşılaştıkları ve karşılaşacakları sıkıntıları tam olarak kavrayamamaları, konunun sağlıklı analizinin yapılmasını geciktirmiştir. Konu hakkında mütekaddimîn ve müteahhirîn âlimlerimizin görüşlerini toplam yedi grupta özetleyebiliriz.

Bu grupların ilk vurguladıkları şey, faizin kitap, sünnet ve icma ile kesin haram bir akit olduğudur. Diğer bir husus ise, İslam’ın yasakladığı haram olan bu akdin tariflerinin de yine kitap ve sünnetle yapıldığı, icma ile sabit olduğu, dolayısıyla hiçbir zaman bunun tartışmaya açılmasının mümkün olamayacağıdır.

Bununla birlikte, günümüzde ortaya çıkan bazı akitlerin faiz kapsamına dâhil edilip edilmemesi hususu tartışma konularının başında gelmektedir. Çünkü tarif edilen faiz akdine uymasa da hemen her ziyadeye faiz denildiği bir dönemi yaşıyoruz. Örneğin bir faiz anlaşması yapılmadan ve çoğu zaman da zorunlu olarak yapılan işçi veya memur kesintilerinin yıllar sonra iadesi yapılırken, kesilen meblağa nispetle biraz daha fazla yapılan ödemelere faiz denilse de biz biliyoruz ki, bu muamele faiz kapsamına dâhil değildir.

Bu kısa açıklamadan sonra şimdi grupların konu hakkındaki görüşlerini teker teker irdeleyelim:

1.Görüş: Bankanın Faizi Ribâdan Farklıdır.

Bu görüşü savunan Cemaleddin Efganî, M. Abduh, Reşid Rıza, Şeltut, Fazlurrahman, Devâlibî, Ezher Üniversitesi’nin eski Şeyhi Tantâvî ve günümüz İslam Araştırmaları Konsey üyelerinin çoğuna göre, günümüz bankalarındaki uygulamadan bilinen şekliyle faiz, Kur’an ve sünnette yasaklanan ribâdan farklıdır; dolayısıyla da haram değildir. Bunlar da kendi içlerinde dört farklı gruba ayrılmış ve aşağıdaki farklı görüşleri savunmuşlardır:

1. Faiz, ticari krediyi kapsamaz.

2. Haram olan faiz, sadece tefecilik yoluyla elde edilen fahiş miktardaki bileşik faizdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de açık ve kesin surette yasaklanan faiz, “ez’âf-ı muzâafa ribâ (kat kat faiz)”dir.[9]

3. Faiz, tüketim kredisinden doğması durumunda ve taraflardan birine yarar, diğerine zarar vermesi hâlinde haram olur.

4. Kur’an’daki ribâ yasağı, sadece cahiliye ribâsını kapsar. Cahiliye ribâsı ise, vadesi dolan borcun ödeme zorluğu veya imkânsızlığından dolayı ek bir meblağ karşılığında ertelenmesinden ibarettir.

Ancak bu görüş ve sahipleri, dünya fıkıh konseyleri ve günümüzün önde gelen âlimleri tarafından şiddetle reddedilmiştir.

2. Görüş: Bugünkü Kâğıt Paralarda Faiz Söz Konusu Değildir.

Bu görüş sahiplerini iki gruba ayırabiliriz:

1. Kadim Şâfiî ulemasının önde gelenlerinin ve son olarak Mısır müftüsü Ali Cuma’nın görüşü böyledir. Şâfiî mezhebinde, “Revaçta olsa dahi fülûsta (halis altın ve gümüş olmayan para) faiz cereyan etmez.”[10] görüşü esastır. Dört mezhepte de meşhur olan görüş,[11] “fels”in altın ve gümüş paralar gibi değerlendirilmediğidir.[12] Çünkü bunların para olması, siyasi otoritenin isteği ve toplumun bunu kabul etmesi iledir. Bu fakihler, “fels”e kıyasla tabii olarak kâğıt parayı da aynı kategoriye koyacaklardır. Zira kâğıt parada da benzeri özellikler vardır. Böyle bir para ile kendi tabiatında para olma özelliği taşıyan altın ve gümüşten basılan paralar aynı sınıfa konulamaz.[13]

2. İkinci gruba dâhil olan Osman el-Bettî, Katâde, Tâvûs, Hanbelîlerden İbn Akîl[14] gibi âlimlere göre ise faiz, hadislerde zikredilen altı çeşit mala özgüdür. Bu malların illeti belirtilmediği için kıyas yapılamaz. 

Kıyası edille-i şer’iyyeden saymayan Zâhirî mezhebine göre de nas ile sabit olan faiz çeşidi genişletilemez. Hatta Zâhirîler faizin cereyan ettiği maddelerin illetini tespit eden âlimleri ağır bir dille tenkit etmişlerdir.[15]

3. Görüş: “İhtilâfuddâreyn (Ülke Farklılığı)” İlkesine Göre Faiz Caizdir.

Bu görüşü savunanlar; Ebû Hanîfe, İmam Muhammed, Süfyân-ı Sevrî, İbrâhim en-Nehaî,[16]Ahmed b. Hanbel’den bir rivayet, diğer bazı Hanbelîler olarak sıralanabilir. Yine İbn Teymiyye[17] ve Mâlikîlerden İbnü’l-Mâcişûn’a[18] göre, gayrimüslim bir ülkede[19] vizeli pasaportla (eman) kalmakta olan bir Müslümanla, o ülkenin gayrimüslim vatandaşı arasında faiz muamelesi caizdir.”[20]

Bu görüşü İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed[21] ilk savunanlar olarak gözükse de, aslında bu görüşün ilk sahibi kadim müçtehitlerden İbrahim en-Nehaî’dir.[22] Geçmişten günümüze muhakkik Hanefîlerin ağırlıklı olarak dile getirdikleri görüşleri de bu doğrultudadır. Hanefî mezhebinde fetva da bu şekildedir.[23]

İhtilâfuddâreyn (ülke farklılığı) ilkesine göre faizin caiz olduğu  görüşünü savunan âlimlerin koymuş oldukları iki temel şarttan biri Müslümanların güçlenmesidir.[24] Günümüzde faiz ödese de neticesinde faydalanan Müslüman’ın kendisidir. Ödemenin sonunda ev sahibi oluyor, ödediği borç kira ile neredeyse aynı, hatta bazen kira bedelinden daha az bile olabiliyor.[25] Burada her iki hâlde de neticeye bakılır. Hanefî mezhebindeki illete en uygun olan hâlin, daha kârlı olanın, bankadan borçlanarak ev sahibi olmak olduğu apaçıktır. Devletin, ipotekli kredi alanlara sağladığı senelik yardımlar ve vergi iadelerini de bir tarafa bırakıyoruz.[26]

İkinci şarta göre, bulunulan ülkenin kurallarına uygun, karşılıklı rıza ve anlaşmaya dayalı olmalı; sahtekârlık ve kandırma olmamalıdır.[27] Bu şartı savunanların delili şu hadîs-i şeriftir: “Darü’l-harpte, Müslüman ile oranın halkı arasında faiz olmaz.”[28]

İmam Serahsî, Mebsût’unda bu hadîs-i şerif hakkında şöyle der: “Bu hadis mürseldir. Mekhûl[29] ise, güvenilir (sika) bir kişidir. Böylelerinin mürseli kabul edilir.” [30] İbn Âbidîn de şöyle der: “Bir müçtehidin bir hadisi delil göstermesi o hadisi sahih kılar.”[31] Celâleddin Süyûtî ise şöyle der: “Bazen fakih, hadisin sıhhat yönünü tespitte, senedinde yalancı olmaması, Allah’ın kitabından bir ayete muvafık olması veyahut İslam’ın temel ilkelerinden bazısına uymasını hadisin kabulü ve amel edilebilirliği için yeterli görür.”[32]

Hanefîler, Mekhûl’ün mürsel hadisini destekleyen ek deliller de sunmuşlardır. Biz bunlardan birkaçını zikredeceğiz.

Birincisi, Peygamber (s.a.v.)’in Vedâ hutbesindeki şu sözüdür: “Câhiliye faizi kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk faiz amcam Abbas b. Abdülmuttalib’in faizidir.”[33] Mâlikîlerden İbn Rüşd bu hadisi şöyle değerlendirmiştir: “Bu hadiste, Ebû Hanîfe ve Muhammed’in görüşüne uygun olarak daru’l-harpte harbîlerle faizin caiz olacağına işaret vardır. Çünkü önceleri Mekke daru’l-harpti ve Hz. Abbas (r.a.) orada yaşıyordu. (…)Vedâ hutbesinde Allah’ın elçisinin, Abbas’ın Müslüman olduğu andan itibaren aldığı faizleri değil de Mekke’den cahiliye kalıntılarının silinmesinden sonra, henüz tahsil etmediği faizleri kaldırması, onun daru’l-harpte faize müsaade ettiğini gösterir.”[34]

Bu konunun bir delili de Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın bahse girme hadisesidir. Allah’ın elçisi Mekke’de iken Romalılar Perslere yenilmiş, Rûm suresinde Romalıların tekrar galip gelecekleri bildirilmişti. Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay şöyle nakledilmiştir:

“Rumlar yenildiler. En yakın yerde, onlar bu yenilgilerinin ardından galip geleceklerdir. Birkaç yıl içinde…”[35] Bu ayetin nüzulünden sonra Kureyşliler Ebû Bekir (r.a.)’a, “Siz Rumların galip geleceği görüşündesiniz öyle mi?” demişler, O da “Evet” demişti. Birisi, “Bizimle bahse girer misin?” dedi. Ebû Bekir (r.a.) bahse girdi ve bunu, Allah’ın elçisine bildirdi. Allah’ın elçisi, “Git, bahis miktarını artır.” dedi; o da artırdı. Rumlar Persleri yenince Ebû Bekir (r.a.) bahse konu malı aldı.[36] Allah’ın resulü, Ebû Bekir (r.a.)’ın müşriklerle oynadığının kumar olmasına rağmen bunu onaylamıştı. Çünkü Mekke o gün şirk yurduydu.

4. Görüş: Başka Bir Mezhebin Fetvası Ümmetin Sıkıntısını Gideriyorsa Taklit Edilebilir.

Bu görüşü savunanların en meşhuru Mısır fetva kurulu; Mısır Müftüsü Ali Cuma ve Prof. Dr. Mustafa Zerkâ’dır.[37] Bunlar görüşlerini şu fıkhî kaideye bina etmektedirler: “Muttefakkun aleyh olan bir konuda ihtilaf reddedilir. Ancak muhtelefun fih olan bir konuda, bir görüşü tercih etmek yadırganmaz ve inkâr edilmez.” Bu kaideye binaen, sıkıntının giderilmesi için o konuda cevaz verenlerin taklit edilebileceği görüşünü savunmuşlardır.[38]

Bu görüşe göre, icma edilmiş bir konuda farklı düşünmek reddedilir. Ancak ihtilaf edilen konuda genişlik vardır. Dolayısıyla ümmetin fert veya toplum olarak sıkıntılarını gideriyor ve maslahatını gerçekleştiriyorsa farklı fetvalardan istifade edilebilir.[39]

5. Görüş: “Umumi İhtiyaç Zarureti” İlkesine Binaen Caizdir.[40]

Bu görüş sahipleri, Avrupa Fetva Kurulu,[41] Kuveyt Umumi Fetva Kurulu[42] ve Kuzey Amerika Âlimler Birliği’dir.[43]

Umumi ihtiyaç zarureti kaidesi gereği, kişinin mülkiyet edinecek olduğu evde kendisinin oturması ve banka dışında nakit para bulma alternatifi olmaması şartıyla ilk evi faizli kredi ile almaya izin verilmektedir. Çünkü “Zaruretler, zaruret miktarınca kullanılır.” Ancak “zaruret ve ihtiyacın zaruret menzilesine indirilmesi” kaidesi gereğince ihtiyacı hissedilen başka malların da alınma imkânı olabilir. Bundan dolayı da zaruret ve genel ihtiyaç zarureti konuları üzerinde detaylıca durmak icap etmektedir. 

Zaruret lügatte şiddetli sıkıntı demektir.[44] Istılahta ise, birçok tarifleri yapılmıştır. Bunların bazıları şöyledir: Hanefîlerden Ebû Bekir Cessâs, “Kişinin kendisinin veya herhangi bir uzvunun helak olmasıdır.”[45] diye tarif etmiştir. Mâlikîlere göre zaruret: Helaktan veya çok şiddetli zarardan korkmaktır.”[46]

Muvâfakat sahibi Şâtibî ise, “Dünya ve ahiret maslahatının kıyamı için olmazsa olmaz olan, şöyle ki, yapılmadığı takdirde dünya maslahatı istikametinde cari olmayacağı gibi ahirette de kurtuluşun olmayacağı ve nimetlerin kaçmasına sebep olan şey”[47] olarak tarif etmiştir.

Şâfiî fukahâsından İmam Süyûtî de zarureti, “İlmen (yani kesin olarak) veya zanni olarak helak olmanın son haddinde olmasıdır.”[48] diye tarif etmiştir.

Hanbelî mezhebinden İbn Kudâme ise, “yemeği terk etmesi ile kişinin telef olmaktan korkması”[49] şeklinde tarif eder. Ancak bazı Hanbelîler kişinin teleften veya zarardan korkması olarak tarifi genişletir ve bazıları hastalığı da eklerler.[50]

Görüldüğü üzere, genel olarak fıkıh kaynaklarımızdaki zaruret tarifleri, Kur’ân-ı Kerîm’de örnekleriyle anlatıldığından ve o günün şartlarında en fazla vuku bulan zaruret hâlleridir. Bu nedenle zaruretin tarifi “kişinin canının veya uzvunun helak korkusu” çerçevesinde şekillenmiştir. Bu tariflerde anlatılan zaruret, doruk noktasındaki zarurettir. Ancak hadîs-i şeriflerdeki örneklerden ve fukahânın furu’î meseleler üzerinde zaruret kaidesini uygulamalarından hareketle, günümüz âlim ve araştırmacıları zaruret tarifinin çerçevesini genişletmişler ve kişinin  beş temel hakkı olan “dinin, nefsin, aklın, nesebin ve malın” muhafazasını da tarifin içine dâhil etmişlerdir.

Buna göre kişinin beş temel hakkından birinin ciddi tehdit altında veya ciddi zarar görecek olması şeri zaruret hâlidir. Bu manadan hareket ederek, Mecelle şarihi Ali Haydar Efendi zarureti şöyle tarif etmiştir: “Zaruret, dinin yasak ettiği bir şeyi, yapmaya veya yemeye mecbur eden durumdur.”[51] Bir de “hacet”, bir başka tabirle “havâic-i asliye (asli ihtiyaçlar)” konusu vardır ki, umumi olsun, hususi olsun (umumi: toplumla ilgili, herkesi ilgilendiren; hususi ferdlerle ilgili) “Zaruret menzilesine tenzil olunur.” Yani zaruret kabul edilir.[52]

Eşbâh şarihi Hamevî ise, zaruret ve haceti birbirinden ayrı olarak telakki eder ve “Zaruret, yasak olan şeyin işlenmemesi durumunda helaka yaklaşılması hâlidir ki, bu durum haramı helal eder. Hacet ise, acıkmış olan bir insanın yiyecek bir şey bulamadığı zaman helak olmayıp sadece çok sıkıntıda ve meşakkatte olacağı misalinde olduğu gibi bir nevi zorluk hâlidir. Bu durum haramı helal kılmaz. Fakat farz oruç tutan kimsenin iftar etmesini mübah kılar.” der.

Hacetin de zaruret olduğu kanaatini dile getiren Ali Haydar Efendi, Mecelle’nin 32. maddesinin şerhinde Hamavî’den şöyle der: “Sahib-i Eşbâh, zarureti hacetin gayri kıldı. Yani zaruret ile hacetin başka başka olduğunu gösterdi. Hâlbuki bu başka yerde görülmemiştir, diye Pîrîzâde, Sahib-i Eşbâh’a itiraz eylemiştir. Yani bu kaidede zikrolunan hacetten maksat, iadi ihtiyaç olmayıp zaruret olan ihtiyaç olması lazım gelir.” [53] Dolayısı ile zaruret, sadece hemen insanı öldürecek veya sakatlayacak bir zorluk demek değildir.   

Bugün Müslümanların büyük bir kısmı dininin bilhassa muamele ile ilgili hükümlerini nazar-ı itibara almayan laik düzenlerin hükümran olduğu ülkelerde yaşıyorlar. Laik demek, yönetime, tanzime, mevzuata dini müdahale ettirmeyen sistem demektir ve Müslümanlar böyle bir sistem içinde yaşıyorlar. Bununla beraber Müslümanlar, Müslümanca yaşamak, Müslümanca güçlenmek, kuvvetlenmek ve varlıklarını sürdürmek istiyorlar.

Bu bir darboğazdır ve bunun aşılması gerekmektedir. Peki bu darboğaz nasıl aşılabilir? Eğer bu darboğaz aşılacaksa, bir ara formül olarak en azından “zaruret” kaidesinin çalıştırması mecburiyeti vardır. Ancak bu durum Müslümanları rahatlatmamalı ve faiz tehlikesi olmayacak bir çözümün sağlanması hedefi unutulmamalıdır. Çünkü Müslümanlar, içinde yaşadıkları ülkelerde faizsiz bir mekanizmanın kurulması için gereken çalışmaları yapmalıdırlar. Bugün Avrupa’nın bazı ülkelerinde faizsiz kredi veren bankalar oluşmaya başlamış bulunmaktadır.

 6. Görüş: Kredi Sözleşmesi Fıkıhtaki Alışveriş Sözleşmesine Benzemektedir.

Bu görüşü savunanlar Din İstişare Kurulu üyelerinin çoğunluğu[54] ve Mısır Fetva Evi’dir. Buna göre, bir Müslüman’ın banka aracılığı ile ev, araç, işyeri vb. ipotekli malı, vadeli bedel üzerinden satın alması bir “mürabaha işlemi”[55] olup vadeli bedel hesaplanırken satış bedeline eklenen ziyadeler “vade farkı” niteliğindedir. Bu fazlalıklara bankacılık sektöründe “faiz” denilmesi sonucu değiştirmez. Burada müşterinin amacı faizli nakit para almak değil, peşin ödemesi yapılan malı, vadeli fiyat üzerinden satın almaktır. Bu işlemde müşterinin niyetine ve yapılan işlemin dış görünüşüne göre hüküm vermek gerekir.

Nitekim hadîs-i şerifte, “Ameller niyetlere göredir.” buyurulmuş, Mecelle’de de “Akitlerde itibar lafza değil manayadır.”[56], “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.”[57] prensipleri yer almıştır. Yani göz önüne alınması gereken sözleşmenin amaç ve anlamıdır, söz ve yazılışı değil. Bir şeyin hükmü adının değişmesi ile değil, niteliklerinin değişmesiyle değişir. Dolayısıyla malın (konut), para karşılığında (kredi) satışında vade uygulandığı zaman, aradaki alınmak istenen fazla miktar faiz değil, vade farkıdır.

Konuyu daha sağlıklı bir şekilde anlayabilmemiz için öncelikle bu akdin işleyiş şeklini iyi bilmemiz lazımdır. Şöyle ki: Örneğin, ev ihtiyacı olup yeterli sermayesi olmayan kişi, kredi kurumu aracılığıyla evi almak istiyor. Önce gidip bir ev buluyor. Sonra finans kurumuna, “Falan ev için para istiyorum.” diyor. Finans kurumu satın alınacak evi görüyor ve oraya heyetini gönderiyor. Heyet de o eve verilecek değeri tespit ediyor.

Banka o alıcının eline, o evin değeri kadar parayı verip “Git evi satın al!” demiyor. Bizzat kendisi evin ilk sahibine noter vasıtasıyla, antlaşma gereği istediği parayı veriyor. Malın yeni sahibi olacak kişiyle banka, belli miktar taksitle ödeme antlaşmasını kendi aralarında yapıyorlar. Bu antlaşmada banka ev üzerine ipotek koyuyor. Yani evi alıcı kişi, bankaya borcunu zamanında ve antlaşma gereği öderse, evin sahibi, tam mülkiyet sahibi olmayı elde etmiş oluyor.

Şayet ev sahibi taksitlerini ödeyemezse, banka bu evi ipotek gereği tam mülk sahibi gibi tasarruf ediyor ve malıymış gibi başkasına satıyor. Âdeta banka resmiyette olmasa da, evi önce peşin para ile ilk sahibinden alıcı adına satın alıyor ve vadeli ödeme anlaşmasını garanti etmek için kendine ipotek koyuyor, sonra da ipotek konmuş bu evi vadeli taksitle, kârıyla şahsa satıyor.

İçerik ve işleyiş itibarıyla bu işlem ticaret türlerine benzemektedir. Banka şahsa para verse de, “Git istediğini yap!” dese veya ortada bir nesne yokken karşılıksız ticaret kredisi verse ve ona karşı fazla para alsa, bu faizli muamele olur. Fakat burada banka parayı şahsa değil, ev sahibine, satın alınan eve karşılık veriyor ve hakikatte ticaret olmuş oluyor. Böyle bir satış İslami bankalardaki murabaha sisteminde uygulanan ön anlaşmaya benzemektedir; ancak akit içinde zikredilmemektedir. Bundan dolayı da ipotek usulü ile banka kanalıyla ev satın almak caizdir. Bu bir faiz değil, taksitle ev satın alma şeklinde bir ticarettir. Buna günümüz ekonomi literatüründe her ne kadar faiz denilse de bu faiz şeklinde bir kredi değildir. Çünkü bir şey hakkında hüküm isme göre değil, niteliklere göre verilir.

Hülasa, arada mal olmaksızın karşılıksız kredi faiz olduğu için caiz değildir. Ama ipotek yaparak ev almak bazı ufak tefek farklılıklar arz etmesine rağmen vadeli satışın nitelik itibarıyla aynısıdır. Zira bu ticaret usulü asrımızın getirdiği yeni ticari uygulamalardandır, dolayısıyla hükmü de yenidir.

7. Görüş: Ferdî Zaruretler Hariç, Faiz Her Zaman ve Her Yerde Haramdır.

Bu görüşü savunan İmam Ebû Yûsuf, İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel gibi cumhur ve günümüz fıkıh konseylerinin ve İslam âlimlerinin çoğunun[58] delilleri Kur’ân-ı Kerîm’de faizin haramlığını gösteren ayetlerin umumiliğidir. Dolayısıyla, bu umumilik ile tevil ve yorum yapanların görüşünü zayıflatır. Faizin her zaman ve her yerde hükmü aynıdır. Örnek birkaç âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifi burada zikredebiliriz.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, ‘Alım-satım da ancak faiz gibidir.’ demeleridir. Hâlbuki Allah alım-satımı helal, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt erişir de faizciliği bırakırsa geçmişte yaptığı kendisine aittir, işi de Allah’a kalmıştır. Kim de yine faizciliğe dönerse, işte bunlar orada devamlı kalmak üzere cehennemliklerdir. Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez. Şüphe yok ki iman edenler, güzel şeyler yapanlar, namaz kılanlar ve zekât verenlerin Rableri katında ecirleri vardır; onlara ne korku vardır ne de üzüleceklerdir. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve gerçekten iman etmiş iseniz faizden kalanı bırakın. Bunu yapmazsanız Allah ve resulü tarafından size bir savaş açıldığını bilin. Eğer tövbe ederseniz, haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak üzere anaparanız sizindir.”[59]

Bu konuda Peygamber Efendimiz’den gelen sayısız hadîs-i şerif  vardır. Peygamberimiz (s.a.v.), faiz yiyenlerin kabirlerinde son derece şiddetli azaba uğrayacaklarını bildirmiş ve bizleri uyarmıştır. Faize karışan asıl tarafların, aracıların ve yardımcı olanların hepsi, Resûlullah (s.a.v.)’in diliyle lanetlenmişlerdir. Câbir (r.a.) şöyle der: “Resûlullah (s.a.v.), faiz yiyene ve yedirene, faizi yazana ve şahit olanlara lanet etti ve ‘Onların hepsi aynıdır.’ buyurdu.”[60]

Faizin açık ve net bir şekilde genel olarak yasaklanmasından sonra, zayıf delillere dayanılarak kullanımına izin vermek ne kadar isabetli olur? Anlaşıldığı üzere ne Kur’ân-ı Kerîm’de ne de meşhur sahih kaynaklarda faizin hükmünün ülkelere göre değiştiği varit olmamıştır. Bundan dolayı hüküm geneldir.

Kararlar

1. Kitap ve Sünnette tarif edilen ve müçtehit imamların üzerinde ittifak ettiği faizli akitlerin her türlüsü haramdır.

2. Günümüzde uygulanan ipotek kredili akitler alimler arasında ihtilaflıdır.

3. Bu meselenin aslında bizatihi tasavvurunun sıkıntılı olduğunu ve meselenin vadeli satış bağlamında ele alınmasının daha isabetli olacağı görüşünü tercih ediyoruz. Ancak ihtilaflı olan bu konuya ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini, genelde kredi veren kurumların faizli akitlerlede meşgul olduklarını göz önünde bulundurarak, ipotekli kredi adı altında yapılan bu vadeli satışın sadece havâic-i asliyyenin temini ile sınırlandırılmasının gerekli olduğu görüşündeyiz.

4. Katılım bankalarının dışındaki kredi kurumları genellikle faizli akitleri de gerçekleştirdikleri için faizsiz bankacılık sistemi oluşturma noktasında müslümanlar ısrarcı olmalı; gerekiyorsa bizzat kendileri böyle kurumları oluşturmalıdırlar. Bu anlamda müslümanlara hizmet veren müesseseler desteklenmelidir.

5. Bu kararlar IGMG Din İstişare Kurulu üyelerinin oy çokluğu ile alınmıştır.


[1]    D. Mehmet Doğan, “İpotek”, Büyük Türkçe Sözlük, (Ankara: Vadi Yayınları, 2003), s. 640. 

[2]    D. Mehmet Doğan, “Kredi”, Büyük Türkçe Sözlük, s. 812. 

[3]     Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, II, s. 952-3; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, VII, s. 277. 

[4]      Bakara suresi 2:278-9. 

[5]     Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; Büyû’, 5; İbn Mâce, Menâsik, 84; Müslim, Hac, 147; Ahmet b. Hanbel, V, 23.

[6]      Müslim, Müsakat, 81; Ebû Dâvûd, Büyû’, 18; Ahmet b. Hanbel, V, 314, 320. 

[7]      Buhârî, Vekâle, 11. 

[8]      Keşfu’l-Hafâ, Hadis no: 1989. Abdurrezzak, Musannef’inde; Beyhakî, Sünen el-Kübrâ’sında, bu hadis için, merfu olarak zayıf ancak mevkuf olarak sahihtir demişlerdir.

[9]      Âl-i İmrân suresi, 3:130.

[10]      İbn Hacer Heytemî, “Ribâ Bâbı”, Tuhfetü’l-Muhtâc bi Şerhi’l-Minhâc, IV, s. 279.

[11      Kuveyt Fıkıh Ansiklopedisi, XXVII, s. 372.

[12]       Bkz. İbn Kâsım, Müdevvene, (Kahire: Matbaatü’s-Saâde), II, s. 52; Remlî, Nihâyetu’l-Muhtâc, (Kahire: Müessesetu’l-Mustafa Halebi), III, s. 433; Hatip Şirbînî, el-İknâ’ fî Halli elfâzi Ebî Şücâ’, (Kahire: Müessesetu’l-Mustafa Halebi), I, s. 255; Buhûtî, Şerh Muntehe›l-İrâdât, (Beyrut: Dâru Âlemi’l-Kütüb), II, s. 65.

[13]      Abdülaziz Bayındır, Ticaret ve Faiz, s. 174.

[14]     İbnü’l-Hümâm, Şerh Fethu›l-Kadîr, (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 2. baskı), VII, s. 5.

[15]    İbn Hazm,el-Muhallâ, VII, s. 452, VIII, s. 471-2.

[16]    Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Âsâar, Müessesetu›r-Risale, Tahkik: Şuayip Arnavut, (Beyrut: 1. baskı 1987), VIII, s. 248-9

[17]    Mâverdî, el-İnsâf, V, s. 52-3; İbn Müflih, el-Furû’, IV, s. 110.

[18]    İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Ku’rân, I, s. 648.

[19]     “Hanefîlerde Darulharpten murat müstakil olan ve İslam otoritesinin altına girmeyen gayrimüslim ülkelerdir”. Mustafa Zerkâ, Fetvalar, s. 626.[20]    Hamdi Döndüren, Gayrimüslim Ülkede Din ve Ticaret İlişkileri, s. 8 (D.İ.B ile 18 Mart Üniv. İlah. Fak. 17-19 Eylül 2001’de Çanakkale’de düzenlenen sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur.).

[21]    Serahsî, Şerhu Kitabi’s-Siyeri’l-Kebîr, Tahkik: Salahaddin el-Müncid, IV, s. 1410. 

[22]    Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Âsâr, VIII, s. 249.

[23]   İbn Nüceym, Bahru’r-Râik, VI, s. 147; İbnü’l-Hümâm, Şerhu Fethi’l-Kadîr, VII, s. 38; Zeylaî, Tebyînu’l-Hakâik, IV, s. 97; Serahsî, el-Mebsût, XIV, s. 56; Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Âsâr, VIII, s. 248.

[24]    Sadrüşşehid, el-Muhîtu’l-Burhânî fî Fıkhi’n-Nu’mânî, (Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1. baskı 2004), VII, s. 455.

[25]      Yusuf el-Kardâvî, Fî Fıkhi’l-Ekalliyyât el-Müslime, s. 178. 

[26]     Mustafa Zerkâ, Fetvalar, s. 625-6.

[27]    Bkz. Ebû Yûsuf, er-Red ale’sSiyeri’l-Evzâ’î, I, s. 96; Serahsî, Şerhu Siyeri’l-Kebîr, IV, s. 1410; Sadrüşşehîd, el-Muhîtu’l-Burhânî fî Fıkhi’n-Nu’mânî, VII, s. 455. Kuveyt Fıkıh Ansiklopedisi, (Kuveyt Vakıflar Bakanlığı, 2. baskı), XX, s. 214.

[28]     Zeylaî, “Ribâ Bâbı”, Nasbu‘r-Râye, IV, s. 44. 

[29]     İbn Hacer der ki: “Şamlı Mekhûl Ebû Abdullah meşhurdur, fakih ve sikadır, irsali çoktur.” İbn Hacer el-Askalânî, Takrîbü’t-Tehzîb, (Suriye: Dâru”r-Reşîd, 1. baskı, 1986), I, s. 545, rakam 6875; Ebû Hâtim er-Râzî de Mekhûl’ü şöyle tarif eder: “Babam der ki; Şam’da Mekhûl’den daha fakihi yoktur.” Ebû Hâtim er-Râzî, el-Cerh ve’t-Ta’dîl, (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1. baskı, 1952), VIII, s. 407, rakam 1867.

[30]     Ali el-Kârî, Şerhu Nuhbeti’l-Fiker fî Mustalahâti’l-Eser, Tahkik: Abdülfettah Ebû Ğudde, (Lübnan: Dâru’l-Erkâm), I, s. 553.  [31]  İbn Âbidîn, Reddü‘l-Muhtâr, (Kahire: 1307), IV, s. 553.

[32]  Süyûtî, Tedrîbü’r-Râvî, I, s. 68. 

[33]     Müslim, II, s. 889/1218; Nesâî, II, s. 421/4001; Ebû Dâvûd, II, s. 185/1905; İbn Mâce, II,   s. 1025/3074; Tirmizî, IV, s. 273/3087; Ahmed b. Hanbel, II, s. 72/20714.

[34]    İbn Rüşd, Mukaddimât, III, s. 2829; Abdülaziz Bayındır, Ticaret ve Faiz, s. 128.

[35]    Rûm suresi, 30:14.

[36]          İbnü’l-Hümâm, Şerhu Fethi’l-Kadîr, VII, s. 8; Tirmizî, V, s. 344/3194; Ahmed b. Hanbel, I, s. 304/2770.

[37]     Mustafa Zerkâ, Fetvalar, (Dımaşk: Dâru’l-Kalem, 1. baskı, 1999), s. 626-5.

 [38]    Ali Cuma, el-Kelimü’t-Tayyib Fetâvâ el-Asriyye, II, s. 209-10.

 فقدقالالشيخالعلامةإبراهيمالباجوري
«فمنابتليبشيءمنذلكفليقلدمنأجاز
 

[39]    Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, I, s. 344. «لاينكرالمختلففيه, وإنماينكرالمجمععليه»

 [40]     Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, I, s. 218; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, s. 100, Zerkâ, Şerhu’l-Kavâid, s. 191; Ahmed en-Nedvî,    Mevsûatü’l-Kavâ’id ve’d-Davâbiti’l-Fıkhiyye, (Dâru Âlemi’l-Ma’rife, 1999), s. 141.

[41]  Avrupa Araştırma ve Fetva Kurulunun 1999 yılında İrlanda’nın Dublin şehrinde 4. oturumlarında verilen fetvası. Bkz. Kardâvî, Fî Fıkhi’l-Ekalliyâti’l-Müslime, s. 163. 

[42]    Kuveyt Umumi Fetva Kurulunun 13-06-1985 yılında aldıkları karar. Bkz. Kardâvî, Fî Fıkhi’l-Ekalliyâti’l-Müslime, s. 163.

[43]    Kuzey Amerika Âlimler Birliğinin 1999 yılındaki toplantılarında alınan kararı. Bkz. Kardâvî, Fî Fıkhi’l-Ekalliyâti’l-Müslime, s. 163.

[44]    İbn Manzûr, “Iztırar” Lisânü’l-Arab, V, s. 484.   

[45]    Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1985), I, s. 159. 

[46]     Derdir, Şerhu’l-Kebîr, II, (Beyrut: Dâru’l-Fikr), s. 115.  

[47]    Şâtibî, Muvâfakat, Tahkik: Abdullah Darraz, (Beyrut: Dâru’l-Ma’rife), II, s. 8. 

[48]    Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, I, s. 213. 

[49]     İbn Kudâme, Muğnî, IX, s. 331. 

[50]     Mâverdî, el-İnsâf, (Matbaatü Riyad, 1. baskı), X, s. 369. 

[51]     Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm Şerhi Mecelleti’l-Ahkâm, I, s. 34. 

[52]     Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm Şerhi Mecelleti’l-Ahkâm, I, s. 88, mad. 32. 

[53]    Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm Şerhi Mecelleti’l-Ahkâm, I, s. 88, mad. 32. 

[54]  Din İstişare Kurulu tarafından 16.03.2005 tarihinde alınan karar.

[55]  Murabaha: Kısaca satın alınan bir malı, alınan fiyat üzerine biraz daha kâr koyarak satmaktır. (el-Mevsû’atü’l-Fıkhiyyetü’l-Küveytiyye, Murabaha Maddesi).

[56]      Mecelle, Madde 3. 

[57]      Mecelle, Madde 2.

 [58]      Vehbe Zuhaylî, “Hukmu Teâmuli’l-ekalliyât fi’l-Hâric me’a’l-Bunuk ve’ş-Şerikât elletî      Teteamel bi’r-Ribâ”, Dirâsâtü’l-İktisâdiyye el-İslâmiyye, 8/I, (2000), s. 64.

[59]    Bakara suresi, 2:275-9. 

[60]    Müslim, III, s. 1219/1598.